İmar yağmasına yurttaş bakışı! (2)

Şu anda içinde yaşadığımız Kadıköy pek çok bakımdan zengin bir köy! Ranta uygun, talana uygun, kaçak yapılaşmaya uygun, yoğun göçe açık, plansızlığa, hatalı yatırımlara elverişli bir yerleşim yeri. Ama bir başka zenginliği var ki kıskandıracak, komşu çatlatacak boyutlarda. Nedir derseniz?

Neşe Doster Yazar nesedoster@yahoo.com

Yazı dizisinin 2.bölümünü yöresel örneklerle sürdürürsek! Kars’ta bizim evlerimiz yüksek duvarlı, geniş pencereli, büyük avlulu idi. “Peç” denilen, duvarların içinden geçen bir sistemle ısınırdık. Soğuk kış günlerinde en sıcak komşulukları biz bu evlerde yaşadık. Sokaklarında koştuğumuz, yokuşlarında düştüğümüz, kışın ayazını, yazın tozunu yüzümüzde hissettiğimiz memleketimize çok da uzun sayılmayacak bir aradan sonra gittiğimde evimizi de, okulumuzu da, sokağımızı da tanıyamadım. Parası çok, görgüsü kıt yeni komşularımızla, yanlış ve yanlı imar anlayışı tanınmaz hale sokmuştu o güzelim memleketimizi ve yerle bir etmişti o göz alıcı yaşam alanlarımızı, hele de çocukluk- gençlik anılarımızı…

Gördüklerim karşısında; bizim ona tutunduğumuz, onun bizi sımsıkı tuttuğu yıllara uzanmış, çocukluk, gençlik yıllarıma ve anılarıma tanıklık eden, belleğimin duvarlarına astığım yağlı boya bir tablo gibi beni hep izleyen değerleri bulamamaktan derin acı duymuştum. Büyük umutlarla geldiğim memleketimde beni ve kuşağımı etkileyen tarihi tanıklığı görmemek, geçmişe yolculuğumu yarım bırakmıştı. Hal böyle iken çocukluk ve gençlik yıllarımın muhasebesini kime nasıl anlatabilir, kime ne sorabilirdim?

Bir zamanlar içimizde güneşler açtıran, fırtınalar kopartan ilimiz şimdi önümde duran sokakları çamurdan yorulmuş, sokağının ışıkları sönmüş yer olabilir miydi? Kışına, yazına, tozuna, dumanına övgüler dizip, özlemine kitaplar yazdığımız, geniş caddeleriyle, kimlikli binalarıyla övündüğümüz memleketimiz bu harabeye nasıl dönüşmüştü? Sorularıma yanıt bulamamış, donup kalmıştım. Kara, sele, kuraklığa, çarpık kentleşmeye teslim olan memleketimin ve duyarlı bazı hemşerilerimin acılarını ve çaresizliklerini yüreğimde duyarak dona kalmıştım…

Yapılacak bir şey olmalıydı. O dönemde bir grup duyarlı ve değerli dostla yola koyulmuş, konuyu yerel ve ulusal basına taşımış, dikkatleri bu konuya çekmeye çalışmıştık. Bunun adı ilimize sahip çıkmak mıydı? Hoyrat ellere ve politikalara karşı savaşım mıydı? Teslim olmamak mıydı? Yaşanılan yere duyulan tutku muydu? Geçmişin kültürel aktarımını güne taşımayanlara tepki miydi? Hepsi miydi? Bilemedim!

Bildiğim o ki bizler konuyu gündeme taşıyarak dosta da düşmana da şu mesajı vermeye çalışmıştık! Kültürel kimlik sahiplenilirse kuşaktan kuşağa geçer. Kültür yoksunu imar politikalarına aydınlanmacı kent kültürüyle karşı çıkmak gerekir. Yolu açmanın, sorunları aşmanın yolu ancak, yerel ve bölgesel kimlik değerlerinin korunduğu kalkınma projelerinden geçer.

Şimdi gelelim yerel seçimlere çeyrek kala genel görüntüye!

Söz buraya gelmişken ve yerel seçimlerin arifesinde iken; bir tespitimi paylaşmak isterim. Bunca yıllık deneyimden çıkardığım şu ki; Özellikle yerel yönetimler aday saptarken çareyi; şöhrette- sanatçıda- parti emektarında değil, konunun uzmanlarında aramalılar. Görev bilincini, insanı ve emeği önde tutan, kent sevdalılarını aday göstermeliler. Çevre ve kültür değerlerine duyarlı, çağdaş kentliliği içine sindirmiş, imar talanına dur diyebilecek adayları- uzmanları arayıp bulmalılar. Kişisel olarak ben yerel yöneticilerin mimar, şehir plancısı, arkeolog, ya da konusunda uzman akademisyen olmasından yanayım. Duyurulur!

Tam da burada bir örneği paylaşmak isterim! Uygar olmanın bir ölçüsü de toplumsal sorumluluktan, sorumluluk taşımaktan geçmiyor mu? Bir ülke nasıl olur da tarihsel dokusunu, kültürel değerlerini, çarpık, plansız, çıkarcı kentleşmeye kurban edebilir? Ya da o güzelim yerleri altın, gümüş tepsilerde sunmaya devam edebilir? Yine kültürel bekçileri yok sayabilir, zamana ve koşullara meydan okuyacak bir duruş sergileyenleri görmezden gelebilir? Bir Uzakdoğu atasözüne göre; “Eğer bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa, orada güneş batıyor demektir.” Gel de bu söze hak verme şimdi! Bir an için Çin’i düşünelim! İnsan yapımı tek yapı olan Çin Seddi, askeri mühendislerin değil de, adsız mimarların ölümsüz yapıtı değil midir? Günümüze kadar sapasağlam gelmemiş midir?

Yine bir odaya girmek, ya da odadan çıkmak için kapının vazgeçilmez olduğu, pencerenin gerekli olmadığı yanlış da olsa bilinir. Kapısız bina olmaz ama penceresiz binalar vardır. Örneğin Piramitler! Küba’daki tütün işlikleri! Maya Tapınakları! (Meksika’ya gidişimde görüp şaşırdığım!) Şimdi bayram değil seyran değil ben bunları niye yazarım? Hem dersimi nasıl çalıştığımı vurgulamak(!) hem de mimari bakışın öneminin altını çizmek için olmasın!

Gelelim mesleki duyarlılıkla konunun sanat ve edebiyat yanına!

Şu anda içinde yaşadığımız Kadıköy pek çok bakımdan zengin bir köy! Ranta uygun, talana uygun, kaçak yapılaşmaya uygun, yoğun göçe açık, plansızlığa, hatalı yatırımlara elverişli bir yerleşim yeri. Ama bir başka zenginliği var ki kıskandıracak, komşu çatlatacak boyutlarda. Nedir derseniz? Sanatçıların ve yazarların yegân olduğu, kendilerine mesken tuttukları bir yer Kadıköy…

Abdülhak Hamit ve Tanzimat edebiyatı yazarlarından Sami Paşazade Sezai’nin Çamlıca’da görkemli köşkleri vardı. Yine Süleyman Nazif, Moda’nın dar sokaklarından birinde iki katlı küçük bir evde otururdu. Ömer Seyfettin, Ahmet Haşim, Yakup Kadri, Yahya Kemal, Reşat Nuri kısa veya uzun süre Kadıköy’ü mesken tutan yazarlarımızdı. Ahmet Haşim son olarak Bahariye Caddesinde kapı numarası 72 olan üç katlı Belvü apartmanının 1.katında oturmuş ve burada vefat etmişti. Yakup Kadri ve Yahya Kemal uzun süre Kızıl Toprak’ta tahta parmaklıklarla çevrili bir evde oturmuşlardı. Ömer Seyfettin Kalamış’ta, Halit Fahri Ozansoy Altıyol’da, Faruk Nafiz Çamlıbel Kuşdili’nde oturmuşlardı.

Yine Nazım Hikmet, Mühürdar Caddesi’nde sular idaresi karşısındaki bir apartmanın zemin katında, daha yakın yıllara geldiğimizde; Melih Cevdet Anday, Cemal Süreya Mühürdar Caddesi- Cihan Seraskeri Sokakta, Fazıl Hüsnü Dağlarca iskeleye yakın bir evde, Salah Birsel Suadiye’de, Çetin Altan ve Haldun Taner Kadıköy’de oturmuşlardı. Bu yazarların bir kısmının adı oturdukları sokağa verilmişti. (Bu arada verilmeyenler de var ve bu vefa onların da hakkı değil midir?)

Günümüze gelince! Konaklar yıkıldı, yerlerine neredeyse yepyeni mahalleler oluştu. Hem insanlar, hem doku, hem profil, hem de zamanın ruhu değişti. Bir zamanlar keman, piyano, ut sesleri gelen evlerin yerlerini Arapça yüksek sesli müzik dinlenen apartmanlar aldı. Sadece köşkler, konaklar değil aileler de parçalandı…(Yazımın 3.bölümü yeni yılın ilk Pazartesi!)

Kutlama notu: 2024 yılının ülkemize ve dünyaya barış getirmesini diler, okurlarımın yeni yılını sağlık ve esenlik dileklerimle kutlarım…

Tüm yazılarını göster