Bıkıp usandıran siyasi polemiklerden yorulan, zam yağmuruyla tükenen, farklı konular arayan okurlarımın “devam” diyen iletilerinden aldığım cesaret ve hızla “İmar yağmasına yurttaş bakışı!” yazı dizisinin dördüncü ve son bölümündeyiz! Paraların kimler tarafından nasıl ve nerelere akıtıldığını gördükçe! Para musluklarını kendi ailelerine çevirenlerin sayısının bolluğuna şaşırdıkça! Geldiğimiz noktada olup bitenleri zihnimize kazımanın bile yeterli olmadığını anladıkça! Konunun daha sık işlenmesi gerektiği açık seçik ortadadır.
Kent dokusunun zedelenmesi, mimari özellikleri örnek alınan cumhuriyetin tüm kalelerinin tek tek satılması, hatta sata sata bitirilememesi(!), görsellikten geçtik, işlevselliğin önemsenmemesi umurumuzda olmadığı için bu sorunun üzerinde önemle durulmalıdır. Birbirimizin gözlerine bakarak, ortak akılda, ortak emekte, ortak hedefte buluşamadığımız için konu sık sık yinelenmelidir. Katılımcı, çoğulcu, birlikçi, bütünlükçü, paylaşımcı, dayanışmacı bir koruma modelini ortaya koyamadığımız için konu hep gündemde tutulmalıdır.
Örneğin bir zamanlar Kurban bayramlarında yaşanan “Keserim evimin önünde! Kestirmem evinin önünde!” tartışmalarını ve kan gölüne dönen sokak ve caddelerimiz için yerel yönetimlerin daha etkin önlemler alması gerektiği bilinmeli, yine susuzluk kapıyı çaldığında ve ciddi bir tehdit oluşturduğunda bahçesini hiç aldırmadan sulayanların, arabasını yıkayanların sorumsuz davranışları unutulmamalıdır.
Kültür değerlerini koruyarak, yalnızca kendi kültürel mirasımıza değil, dünya kültür mirasına da sahip çıkmamız gerektiği, onların ortak değerlerimiz olduğu, değerleri yok edersek, yarına, gençlere ne bırakacağımız, bir sonraki kuşağa ne anlatıp, ne aktaracağımız iyice bilinmelidir.
Evet! Sanayileşme köyden kente göçü hızlandırdı, genç kuşaklar köklerine yabancılaştı bu doğru. Ama bir başka doğru daha var o da şu; Geçmişimizle bağımızı korumanın yolu, geçmişe bilinçle sahip çıkmaktan geçer. Yeşil alanları, yerleşim birimlerinin akciğerleri saymaktan geçer. ABD’de Central Park! Moskova’da Kızıl Meydan! Londra’da Hyde Park’ın nasıl korunup kollandığını görmekten geçer.
Bu arada kentlerin tarihsel dokusunu, estetiğini bütünleyenler arasında vapurlar unutulmamalı. Onlarında bir bakıma kültür mirası sayıldığı, 1953 yılında İngiltere’de yapılan Fenerbahçe vapuru, 1952’de İtalya’da yapılan Paşabahçe vapuru göz ardı edilmemelidir.
Gelelim ne yapılacağına?
Ne yapmalıyız? Başka alanlarda birbirimize sırtımızı dönsek de, kültür mirasını korumada buluşmaz ve el ele vermezsek, daha ne kadar dayanabiliriz sorusunu sık sık kendimize ve yetkili kişi ve kurumlara sormalıyız? Kimliksiz toplum ve kimliksiz kentlerin ülkemizin en önemli sorunlarından biri olduğunun altını çizerek, yüzyılların tanıklığından ders alınmazsa, dönüşü olmayan yollara girsek bile çıkamayacağımızı unutmamalıyız.
Ne mi yapmalıyız? Öncelikle yaşadığımız yere, kentimize, sokağımıza, mahallemize, kültürleri buluşturan yollarımıza, her yeni yönetimle sil baştan değişen-eskimeden yenilenen yaya kaldırımlarımıza dönüp dikkatle bakmalıyız. Tarihi binalarımızın aslına uygun restore edilip edilmediğini görmeye çalışarak, yetemediğimiz yerde kentlilik ve yurttaşlık ortak paydasında buluşup uzmanlardan destek alarak, şehir imar planına uymadan alıp başını giden çirkin yapılaşmaya dur demenin yollarını aramalıyız.
Konut yapı kooperatiflerinin sıradanlaşmasına göz yummayarak, dinlenme parklarının, oyun bahçelerinin, süs havuzlarının uygun yerlere yapılmasına ön ayak olmaya çalışarak, sık sık dökülen asfaltın kötü malzemeyle yapılıp hızla değiştirilmesini eleştirerek, tüp ve üst geçitlerin yandaş müteahhitlere peşkeş çekilmesini görmezden gelmeyerek, kent mobilyalarının, heykel ve anıtların gelişi güzel yerlere kondurulmasına karşı tavır alarak, engelli yurttaşların unutulmasına göz yummayarak! Ancak bunları yaparsak yaşadığımız yerin kimliğini koruyup, bilinçli yurttaş olduğumuzu kanıtlayacağımızı unutmamalıyız.
Gelelim sorulara…
Batıya gittiğimizde bakışlarımızı bakımlı binalardan, dantel gibi örülmüş ince işlemeli yüzeylerden niye alamıyoruz? Viyana, Paris, Prag, Londra, Petersburg’da dolaşırken neden derin ahlar çekiyor, eloğlunun uygarlıkların, kültürlerin izini sürmesini kıskanıyoruz? Neden oralarda özenle korunan özel, özellikli ve özgün binalara hayret ve hayranlıkla bakakalıyoruz? Neden oralardaki farklı kültürler, farklı renkler, farklı koruma biçimleri bizi mest ediyor? Neden bu örneklerden yola çıkarak gelişmiş batıyı düşünüyoruz? Bu sorulara akıllı ve akılcı projeleri pek de önemsemeyen yerel yönetimler yanıt verebilir mi?
Yerel yönetimlerden ne mi bekliyoruz?
Kaynaklarını ekonomik, işlevsel ve yaşam kalitesini gözetir bir plan içinde kullanmayan yerel yönetimlere! Kent planını, imar durumunu, kişi başına düşen yeşil alanı hesaba katmadan, alt yapıyı dikkate almadan, işleri eş zamanlı yürütmeyen belediyelere! Kentin özgün kültürünün korunması ve geliştirilmesi için çaba göstermeyen, çocuklara, gençlere, engelli ve yaşlılara yönelik yaşam alanları yaratmayan projeleri olmayanlara! Neden oy veriyor, niçin yine ve yeniden onları seçiyoruz?
Şehircilik nasıl olur? Belediye hizmetleri nedir? Bir kent nasıl yaşanabilir ve örnek hale getirilebilir sorularının somut yanıtını verircesine Eskişehir örneğini yaratan Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen’den ders, yol, yöntem öğrenmeyenlere niçin oy veriyoruz? Onları seçtiğimiz için bildiğini okuyanlar geniş yollarda, bizler de dik yokuşlarda yürümeye niçin devam ediyoruz?
Gelelim günümüze ve bugünlere…
Unutmayalım! Adımımızı attığımız her yerde pek çok suça tanıklık ediyoruz. Yani mağdur olan yaşadığımız yerler, sanık durumunda olan yerel yönetimler ve göz yuman herkesten biri olmamalıyız. Ben, sen, o, hepimiz her şeyden sorumluyuz ve sorumlu olmalıyız. Bu noktada ülkemizi, beldeleri, kentleri yönetmeye heves eden herkesin şapkasını önüne koyup düşünmesi gerekir. Kent dokusuna zarar vermek beni nereye götürür, ya da benden ne götürür? Başkan adaylarının bu ve benzeri sorulara yanıt vermesini beklemeliyiz.
Mesela! Sular eskiden gecekonduları basıyordu, şimdi villaları basıyor. Yanlış nerede yapıldı? Ne tarla kaldı, ne yeşil alan! Yanlış nerede yapıldı? Yağmalanan ve tahrip edilen doğa rant dinlememeye, öcünü almaya başladı. Yanlış nerede yapıldı? Sorularına bakışlarını kaçırmadan yanıt verenleri seçmeliyiz.
Örneğin! İskenderun Körfezi’ndeki Su Gözü Termik Santralinin balık tür ve sayılarını yok ettiğine dair bilimsel raporlar verilirken, ikincisi açılıyorsa, yanlış burada yapılıyor diye sormalıyız?
Yine sessiz sedasız imar değişiklikleriyle, sessiz sedasız ama hesaplı kitaplı adımlarla çölleşmenin, orman tahribatının, kıyı yağmasının önü açılıyor ve bu durum göçe yol açıyorsa, yanlış orada yapılıyor demeliyiz?
Sık sık gündeme getirilen Kanal İstanbul projesiyle, yabancılara satılan sahiller, sahillerde yükselen oteller, dev apartmanlara göz yummak yanlışı kabullenmektir diyebilmeliyiz.
Tüm bunların diğer adı yağma, talan, kente ve kentliye karşı işlenen suç demek olduğundan; Sessiz kaldığımız sürece hepimiz suçlu olduğumuzdan, kentin dokusunu bozan, akciğerlerini ortadan kaldıran bu yağmaya karşı ses çıkarılmıyorsa yanlışı biraz da kendimizde aramalıyız.
Özetle! İşin uzmanları bu yazı için ne der, ne düşünür bilmiyorum. Bildiğim sıkı bir araştırma yaparken bir kez daha şunu görüp inandım ki; İnsanın altın çağı çocukluğu, çocukluğu ise memleketi, anıları ve yaşadıklarıdır. Eğer siz yaşadığınız yeri bulmakta zorlanıyor, sokağınızı tanıyamıyor, caddenizi bulamıyorsanız, bunu sizin yaşınızla değil, yöneticilerin yanlışlığıyla açıklamak gerekir. Dolayısıyla yapılması gereken şudur: Kent suçlarına karşı duyarlı olmak, amasız, fakatsız, koşulsuz, gerekçesiz bilinçli yurttaş davranışı sergilemek. Nokta.
Zorunlu açıklama: Gösterilen ilgi ve görülen lüzum üzerine 4 bölüm devam eden yazı dizisine gösterdiğiniz sabır, ilgi, duyarlılık ve iletilere çok teşekkürler…