Baştan ve peşinen söylemeliyim ki bu konunun uzmanı ve emekçisi değilim. Bu tür yazılarda deneyim sahibi de değilim, ancak Mühendis ve Mimarlar Odası’nın çağrılısı olarak konuyu pek çok kez anlattığım için, ayrıca böylesi bir konuda yazmayı ve okurlarımızla paylaşmayı bilinçli olmanın, yurttaş olmanın gereği saydığım için sütuna yatırdım. Sürç-ü lisan edersek şimdiden affola!
Zorunlu açıklama: Bu başlık ve konu abartılı bir kaygının sonucu olarak değil, gözle görülür nedenlere dayandığı için seçildi. Acelemiz var, hem ülkemiz, hem topraklarımız, hem oturduğumuz yerler elden gidiyor. Bu derin yarayı biraz kişisel, biraz yöresel örneklerle, biraz da gözlemlerimize dayanarak açmaya-açıklamaya çalışırsak! Bunu yaparken de biraz uzak diyarlara, benim ve annemin doğduğu topraklara gidersek! Böylece çocukluk ve gençlik yılları planlı, bakımlı, bozulmamış kentlerde geçenlerin, duygularını, isyanlarını, özlemlerini vurgulamaya çalışırsak! Hem konu başlığını farklı bölümlere oturtmak gerekir, hem de yazıyı saptamalarla, örneklerle, önerilerle açarak, ne de olsa işin sistematiğini bilen, hesap kitap insanı okur dostlarımız var onlara ayıp olmasın demek gerekir…
Dil eğitimi almış biri olarak sözcüğün kökenine de inmek isterim. İmar: bakmak ve güzelleştirmek, sözcüğün Arapça kökeninden gelen imaret: bakılan, gözetilen yer, Mamur: iyileşmek, güzelleşmek, Mimar: imar eden, güzelleştiren demektir bilindiği gibi…
Bu kitabi açıklamadan sonra gelelim! Her alanda, her konuda, yaramıza tuz, bağrımıza taş bastığımız bugünlere ve okumanın bize, bildiğini okumanın ve meydan okumanın yöneticilerimize düştüğü ülkemize! Üsküdar’da sabah da olsa, bazı konularda bir arpa boyu yol almasak da, söz açılırken, göz de açılır deyip farklı konularda kaleme başvurmaya…
Başlığı açmışken nelerden mi söz etmeli? Kent suçlarının kente ve kentli yaşamına verdiği zararlar ve psikolojik etkilerinden, ya da ne bileyim yerel yönetimlerin sorumsuzluğuna karşı sorumlu bir duruş, kentlilik bilinci, kenti sahiplenmelerden, ya da sorumsuz kişi ve kurumlardan vb.
“Sen memleketim, sokağım, mahallem dersin,
Ben değişen yazgın anlarım, tutkun anlarım, sevdan anlarım.
Sen yurt dersin tek heceyle,
Ben sevinçten ağlarım”
Dizelerde de vurgulandığı gibi, bizler memleketine, değerlerine, geçmişine, tarihsel dokuya farklı teyellerle bağlı bir kuşağız. O nedenle; vatan, yurt, memleket olduğu kadar sokak, cadde, mahalle kavramları özel bir önem taşır bizler ve bizim kuşak için. Oralar düşlerimize, düşüncelerimize beşiklik eden yerler olduğu için oralara gitmek, oralarda yaşamak, oralardan kopup gelmek bizi hep etkiler. Bazen ayağımızı yerden keser, bazen gönül tellerimizi titretir, bazen pişmanlıklar yaşatır. Tam da burada biraz gerilere giderek birkaç sayfa açıp, konuya açıklık getirelim.
Rahmet ve özlemle andığım annem Bakü’de doğmuş, Tiflis’te büyümüş, Gümrü’de okumuş, Kars’ta evlenmişti. Onu İstanbul’da toprağa verdik.
O da tüm anneler gibi çok şey öğreten, kol kanat geren, ufuk açan biriydi. Çocukluğumda annemden bana çok uzak gelen yerlere ait öyküleri dinlerdim. Örneğin Bakü’nün heykellerini, Tiflis’in geniş caddelerini, Gence’nin ipeklerini iç çekişlerle anlatır, günün birinde oraları tekrar görmenin hayallerini kurardı. Dilinin ezberi, rüyalarının kenti bu yerleri anlatmaktan da, özlemekten de bıkıp usanmazdı.
Ülkemizin en uzak köşelerinden olan Kars’ı, Kafkasya ve Anadolu’nun buluşma noktası saysa da, doğup büyüdüğü yerleri sık sık anımsar ve gözleri dolarak anlatırdı. Çocukken yaptığı açıklamalar bana garip görünür, kafamda bulanık yerlere otururdu. Çocuk aklımla bu tutkuyu anlamakta zorlanırdım. Meğer kavrayabilmem için benim büyümem ve aynı özlemi duymam gerekiyormuş. Büyüdük ve özlem sırası bize geldi…
Biz atlı kızaklarla dolaştığımız karlarla kaplı beyaz caddelerimizde, yazgı ve gönül birliği yaptığımız dostlarımızla birlikte yaşardık. Onlarla çocukluk ve gençlik yıllarımız, aynı coğrafyada geçmişti. Aynı soğukta üşümüş, aynı güneşte ısınmış, aynı sokaklarda koşmuş, aynı yokuşlarda düşmüştük. Rus gelinlerimiz, Malakan komşularımız, Alman dostlarımız vardı. Yine Taş köprü, Demir köprü, Tahta köprü diye adlandırılan, çeşitli kültürlerin ve uygarlıkların simgesi olan üç köprümüz vardı. Biz üç dönemin simgeleriyle birlikte ve iç içe yaşadık Kars’ta. Herkes özelde kendi kültürünü, genelde kent kültürünü yaşatırdı. Sessiz, sitemsiz, güzel günlerdi o günler…
Şimdi düşünüyorum da, bizler o yıllarda adını koyamasak da kentsel korumanın kararlı bir duruş sergileyen gönüllü neferleri gibiydik sanki. Tüm kentlerimiz hızla birbirine benzerken bizim memleketi farklı kılan neydi? Bunun yanıtı şurada gizli; Özenle korunan Baltık tarzı evleri, eski fakat planlı kent dokusu, birbirine paralel geniş caddeleri ve bunlarla örtüşen kentli yaşam kültürüne sahiptik…
Yıllar sonra bunları neden yazar, ya da paylaşmak isterim?
Çünkü kentlerin kimlik kartları vardır. Kars deyince akla taş binalar, Mardin deyince Mardin evleri, Safranbolu deyince ünlü Safranbolu evleri gelir. Bazen bu kimlik kartlarına, kartvizitler de ilave edilir, yani birileri çıkar, oralarda yatırımlar yapar, kent kimliğinde söz sahibi olur. Çoğu kez de başka birileri çıkar ve oraları ranta kurban eder. O nedenle hepimizin özelinde ayrı bir yeri, ayrı bir tadı, ayrı bir rengi olan o yerleri anlatmak ve sahip çıkmak gerekir. Üzerinde düşünmeye, tekrar tekrar düşünmeye değer bulmak gerekir. Sorunları ciddiye almak, sorumluluk üstlenmek, güç birliği, el birliği, gönül birliği yapmak gerekir. Birbirine anlam katan, destek olan, omuz veren kişi ve kurumların sorunlara ısrarla, inatla, inançla sahip çıkması gerekir.
Çünkü oralar bizim burnumuzda tüten evlerimizdir, eğitim yuvalarımızdır, yüreğimize ilk cemrelerin düştüğü yerlerdir, göreve ilk başladığımız binalardır. Kısaca oralar çocukluğumuzdur, gençliğimizdir, yaşlılığımızdır, geleceğimizdir. Yıllar sonra oraları görmemek bu nedenle acıtır içimizi. Şimdi kalkıp bunları neden mi anlatırız? Her kentin tarihiyle iç içe giren, tarihiyle özdeşleşen binaları vardır. Bunlar o kentin yazgısıyla birlikte anılırlar. Annemi uzak diyarları anmaya, beni memleketime, herkesi doğduğu yeri özlemeye götüren budur, bu duygudur.
Nereye gidersek gidelim bu duygularımız değişmez. İnsan yurdunu yüreğinde taşır. Oralara gitmek anne sesinin sıcaklığı gibi gelir insana. O nedenle annem de yabancı dostlarımız da doğdukları topraklardan söz edilince dalıp giderlerdi. Tıpkı bugün bizim yaptığımız gibi. Bunun adı özlem midir? Bunun adı yaşanılan ve bir gün terkedilen topraklara duyulan tutku mudur? Bunun adı hasret türküsü müdür? Belki hepsi veya daha fazlası…
Bu örneklerden yola çıkarsak; demek ki doğduğumuz yerler ve yaşadığımız evler hepimizin özelinde yeri olan, izi olan mekânlardır. Ve her şey bir evle başlar. O nedenle güzel bir ikramın ardından “eviniz şen olsun deriz!” biz doğulular. Yine çok kızarsak şöyle bir beddua geçer içimizden: “evin yıkılsın”. Hoş son yıllarda bu bedduayı insanlar değil, yerel yönetimler, ya da malzemeden çalan müteahhitler gerçekleştirmeye başladı ya o da ayrı konu! (Yazının ikinci bölümünde ilginç örnekler okuyacaksınız)
Önemli not: 12 kahraman şehidimize rahmet, acılı ailelerine başsağlığı ve sabır diliyorum.