Hayallere ve gerçeklere dalıyor, ölüm ve yaşam arasındaki incecik çizgiye bakıyor, bakmak ve görmek, arasındaki farka dikkat kesiliyor, yükselişler ve yerinde sayışlara takılıyor, hiç bir yere çıkamayan merdivenlere tırmanıyor, göstermelik kitaplıklarla, oturulamayan koltuklarla, içilemeyen çaylarla, geçmişi anımsatan objeler, fotoğraflarla dolu mekânlara girip çıkıyoruz…
Sonra birden ayılıp bundan sonra ne olacak, ya da nereye gidiyoruz diyoruz? Karşımıza büyük bir boşluk çıkıyor. Üzerinde kocaman HİÇ yazan! Özetlemeye çalışılanlar genelin ruh halidir. Azı var, çoğu yok…
Hal böyle iken; Esip gürleme şampiyonu yöneticilerimiz, ekonomide rüzgâr, fırtına değil kasırga estiren büyüklerimiz, ticari dehalarıyla ufuk açan bakanlarımız (!) halkın açmazlarını nasıl görebilir?
Önce kömür, yetmedi erzak torbası, yetmedi aşevi, az geldi para zarfı, o da kesmedi kentsel dönüşüm desteğiyle umut dağıtma, ya da “oy yoksa hizmette yok!” tehdidiyle yola çıkanlar halkın hangi derdine çözümler üretebilir?
Beklentilerimiz…
Yıllardan beri siyaset sahnemize damgasını vuran bunca siyasiyle karşılaştık. Kiminin hayallerimizi zorlayan projelerini dinledik, kiminin temelsiz ve desteksiz vaatlerini işittik. Kiminin anlattıkları karşısında gülme krizlerine tutulduk, kiminin anlattıklarına boş gözlerle baktık. Günümüze döndük, değişen bir şey var mı diye bakındık? Göremedik, bulamadık…
Heyecan, coşku, parlayan gözler, sokağa yansıyan umut, kasıp kavurma şampiyonlarına verilen geçerli ve gerçekçi bir yanıt var mı diye aradık? Bulamadık…
Gerçekleri karartanlara inat, tuttuğu fenerle, izleyeceği aydınlık yolla içimize umut dolduracak adayları aradık! Aramaktan vazgeçtik…
Karşımıza hasretini çektiğimiz, ezber bozan, alışılagelen politikacı tipine taban tabana zıt olan, giyimi kuşamı, sadeliği, oturuşu, duruş ve tavır ve söylemleriyle güven ve umut veren biri çıktı mı diye baktık? Göremedik…
Geçim derdine, işsizliğe, yoksulluğa, yolsuzluğa, talana, yalana, yağmaya, halkın gerçeklerine ve beklentilerine değinen, her alandaki fırsat eşitsizliğine vurgu yapan, kadınları azınlık koridorlarında bekletmeyen, işsizliğe çareler üreten adaylar aradık. Bulamadık…
Duruşunda, tavırlarında, ses tonunda aşağılamayan, yukarıdan bakmayan, “alçak- yüksek bütün dağları ben yarattım!” demeyen, güven veren, ayar çekmeyen, hakaret etmeyen, en azından antipati katsayısının yükselişe geçtiği günümüzde, sempati katsayısını artıran var mı diye bakındık? Pek bulamadık…
Gelelim sorularımıza…
Büyük Atatürk “Milli” unvanını iki kuruma verdi. MEB VE MSB! Milli Eğitim Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı. Neden çünkü her iki kurum toplumun çimentosudur…
Aselsan’dan PETKİM’e, THY’den Türk Telekom’a, termik santrallerden hidroelektrik santrallerine, şeker fabrikalarından tekel fabrikalarına, kâğıt fabrikalarından krom madenlerine, limanlardan köprülere, 78 yılda cumhuriyetin yaptığı tüm alt yapı tesislerini bir başka deyimle cumhuriyetin kalelerini satanların yarattığı yüzde 66’sı yoksulluk sınırının altında yaşayan bir toplum. Ülkeyi yönetenlerin ve yönetmeye talip olanların ilgi alanına girer mi? Görünen köy…
Yaptığı millet bahçeleriyle övünen yönetimin ülkeyi getirdiği noktaya bakınca eğitim ve savunma hala milli mi? Ülkesini zorunlu nedenlerle terk ederken “üzgün ve boynu bükük gidiyorum!” diyen gençlerimizin durumu onlar için sorun mu? Ya da üstlerine vazife mi? Tablo ortada…
Kısaca toplumun mert ve net yanıtlara ihtiyacı var…