Hepimizin geçmişinde çeşitli yenilgiler, acılar, kederler, pişmanlıklar, keşkeler, hayal kırıklıkları vardır ve tüm bunlar iç dünyamızda derin yaralar açar, izler bırakır. Bunlardan kaçarak, geçmişten uzaklaşarak, onları yok sayarak değil barışarak, hesaplaşarak, yüzleşerek baş edebilir, geçmişimizle barış anlaşması imzalayabiliriz. Yok, eğer kabullenmek, bağışlamak, affetmek olmuyor, ya da içimize sinmiyorsa vazgeçmek daha kolay oluyor, çünkü atamadığımız adımların bedeli ağır oluyor, çoğu kez de pahalıya mal oluyor. Çünkü özgürlük ve sorumluluk eşgüdüm içinde olması gereken iki kavramdır, elini taşın altına sokmadan, karar vermeden, alınan kararları uygulamadan ve arkasında durmadan başarı olmaz. Özellikle de bizim cenahta önemli olan toplumsal ve ataerkil kodların yüklediği annelik, sorumluluk, kadın olmak gibi kanıksanmış ve kabul görmüş öğretilerle başa çıkabilmektir.
Yine herkesin bir yaşam öyküsü vardır, uzundur, kısadır, kolaydır, zordur, iyidir, kötüdür, bazıları gümbür gümbür giderken, bazıları sözsüz sitemsiz, sessiz sedasız noktalanır. Ama önünde sonunda her yaranın bir izi kalır. Bazıları hoş ve boş dünyalarında mutlu- mesut yaşarken, bazıları gerçekleşmeyen düşleri, bitmeyen özlemleri, cevabı alınmamış sorularıyla kavrulup durur.
Bugünkü yazı konumuz ve konuklarımız işte o “bazıları!”
Hani o insanı bakışıyla duruşuyla kilitleyen, anlattıklarıyla midesini yumruk yemiş gibi sarsan bazıları var ya! Hani ülkemizde ve dünyada ateş hattına sürülen, sorgulanan, yargılanan, arada bir de anılan bazıları var ya! İşte onlardan kısa ve çarpıcı anılarla bugün baş başasınız…
Onlar bize Gorki’nin “Ana” sının bir roman kahramanı değil, bir düş ürünü hiç değil, gerçeğin ta kendisi olduğunu anlatırlar. Onlar bize istenmeyen bebeğin, okutulmayan kız çocuklarının, berdel, başlık parası, töre ve kan davasıyla kurban edilen kız evlatların, kalabalıklar içinde yitip giden gelinin, çocukları için direnen anaların ve erkek egemen dünya düzeninin ikinci sınıf saydığı kadınların adreslerine taşırlar.
Onlar bize ortada bir resim olduğunu, önemsenmese de, bakılmasa da bu resmin var olmayı hep sürdürdüğünü, ateşi hiç sönmeyen, gündemden hiç düşmeyen konuların zamanla sorun olarak yaşandığını kanıtlarlar.
Gelelim onların öykülerine…
Arjantin’de karşıma çıkan Samsunlu kadın terzinin; “Neden buradasınız?” soruma; “Ben onu çok sevdim, o beni aldattı, alıp kızımı çıktım evden, burada yaşayan dayıma sığındım. Doğduğum toprakları çok özledim. Anlayacağınız felek benim taşımı çok uzaklara attı!” cevabını verirken sesine ve gözlerine yansıttığı özlemi, sitemi ve benim boğazıma oturan düğümü unutamadım…
Arjantin’de dostum Feray Girgin’in kızının düğününde damadın gelinin elini tutarak, ailesine dönüp; “Merak etmeyin kızınızı çok mutlu edeceğim. Çünkü o beni seçti!” derken yüzündeki içtenliği ve bakışlarındaki sevgiyi unutamadım…
İtalya ‘da yaşayan ünlü yönetmen Ferzan Özpetek’in annesini son bir kez görmek için doktorların özel izniyle yoğun bakıma girip öksürdüğünde! Aletlere bağlı olarak yaşam mücadelesi veren annesi Nesrin Hanımın elindeki butona basarak hemşireyi çağırıp fısıltıyla; “Ferzan öksürüyor, ona söyleyin ballı süt içsin!” şeklindeki zaman ve zemin tanımayan anne duyarlığını unutamadım…
Ailesi tarafından okuldan alınarak erken yaşta evlendirilen genç kadının yere bakarak; “İçimdeki boşluk dolmuyor, doymuyor!” sözündeki doğru saptamayı, “Çocukların karnı doysun diye biz yemiyoruz!” diyen Çiğdem ve Esat Çelik çiftinin sözlerine yansıyan acıyı, bakışlarında gözlenen umutsuzluğu unutamadım...
Sahiciliğin, içtenliğin, doğallığın, karşılıksız sevginin, yalınlığın adresi olan kadınları dinlerken çektiğim fotoğraflara yansıyan mutsuz bakışları, çektiğim videolarda duyulan sessiz hıçkırıkları, ama en çok da iç çekişleri unutamadım…
Nefret ve şiddetin kök saldığı ülkemizde ve günümüzde 15 yaşında evlendirilip 16 yaşında katledilen Sıla Şentürk’ün gülümseyen yüzünü ve onun şahsında baba evinden koca evine çilesi bitmeyen, geleneksel yapının nabzını hissettiren, toplumsal eksiklikleri, aksaklıkları yaşayan kadınların hayata tutunma çabalarını unutamadım…
Şehit oğlunun mezarını her gün ziyaret ederek, toprağını düzelten, ektiği çiçekleri sulayan annenin yakınlarının eleştirisi üzerine; “Beni her gün oğlumun mezarını ziyaret ettiğim için eleştiriyorsunuz ama ben bunu yaparken onun gömleklerini yıkayıp ütülüyormuşum gibi hissediyorum!” şeklindeki yürek yakan sözlerini unutamadım…
Baskılara horlamalara, tacize dayanamayarak evinden kaçan, kendine özgürlük alanı açmaya çalışan, bir “hiçken”, “kimliksizken” kendine yeni bir kimlik edinme, kendini bulma yolculuğuna çıkan kadınların; hasret, ayrılık, dün, bugün, hayal, kavuşma ve yalnızlıkla nasıl baş ettiklerini unutamadım…
“Kadın kadının kurdudur” sözünü, “kadın kadının yurdudur” şekline dönüştüren, aynı anda hem anne, hem eş, hem hala, hem teyze, hem nine, hem kardeş, hem işveren olan, ailenin bütünlüğüne, ailenin büyüklerine sahip çıkan kadınları unutamadım…
Anne yarısı olan, kardeşlerine kol kanat geren, gücünün yettiğince dertleri, sevinçleri acıları, umutları paylaşan, yoldaş olan kardeş olan, dert ortağı olan, sadık bir hizmetkâr olan, yaş almasına rağmen sorumluklarından vaz geçmeyen, kendini siper eden, yakınları üzülmesinler diye gayret eden kadınları unutamadım…
Ailesine destek olmak için eğitimini sonlandırıp erkenden çalışma hayatına atılan, evini, çocuklarını ön plana alan, bencilliği, bana neciliği, asiliği elinin tersiyle iten kadınları ve olağanüstü çabalarını unutamadım…
Çocuğu üzülmesin diye her şeyi yutan, “sabırlı ol geçer!” masalına kanan, evlatlarının bir bakışına, tek bir sözüne dünyayı karşısına alan, dostlarını iyi günde kötü günde yalnız bırakmayan kadınları unutamadım…
İş güç, çoluk çocuk, temizlik, boşalan dolaplar, aşsız mutfak, geçim sıkıntısı, hayatın dayattığı pek çok sorun, ezberleri bozan koşullar, dumanı her daim tüten ve rayına oturtulmayan problemler derken; Kim bilir hangi zor kıyılara vurarak gelinen yollardan geçen kadınları ve çabalarını unutamadım…
Üniversiteden hocam İonna Kuçuradi’nin, Yannis Ritsos’dan çevirdiği “Barış” adlı şiirinde; “Çocuğun gördüğü düştür barış/ Akşamüstü eve dönen babadır barış/ Dünyanın masasındaki ekmektir barış/ Bir annenin gülümsemesidir barış” şeklindeki dizeleri unutamadım…
Özetle! Kadına şiddetin açtığı yaralar ve gedikler çerçevesinde, genelde şiddet, özelde kadın cinayetleri konusunda giderek vasıfsızlaştırılan toplumların nasıl vasatlaştığını ve sıradanlaştığını unutmamalıyız…
Demem o ki: Kadınları mutlu etmek, bir anneyi gülümsetmek, barış içinde yaşamak ve yaşatmak bu kadar zor olmamalı! Ne dersiniz? Bugün jüri siz olun, kararı siz verin…