Başlığın cevabını bana sorarsanız yanıtım net! Tam da zamanı! Ama akla gelenlere, sayfalara sığmayanlara ve fakat ülke gündeminde kendine yer bulamayanlara, yazılması gereken ve zorunlu olanlara bakınca hangisi diye karar vermek çok zor…
Mesela! Öğrencisiyle, öğretmeniyle, öğretim elamanı ve aileleriyle birlikte sayınca; Paydaşlarıyla birlikte kabaca 50 milyonluk bir eğitim gerçeğimiz varken! Diplomalı işsizler ve mutsuz gençler ülkesi olmuşken! Yetenek ve hayaller de umutlarla birlikte yok olup gidiyorken! MEB’in açıkladığı, CB’nın olumlu bulduğu, Talim Terbiyenin onayladığı yeni müfredata uygun alt yapı hazırlanıp, kitaplar basılıyorken!
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli adı altında sunulanın millî eğitim programı mı, yoksa parti programı mı olduğu belli değilken! Metinde bilim ve erdem çok az, Atatürk ve Cumhuriyet hiç, ahlak, tekâmül, ilim, belagat, kâmil insan sık sık geçiyorken! Tarikat ve cemaatlara STK diyen bir MEB varken! Eğitimi yazmayı bıkmadan, usanmadan sürdürmeliyiz…
Çünkü eğitimin gelişmesi önlenemeyeceği, yanlış uygulamaların üstünün örtülemeyeceği, acil konuların ikinci plana itilemeyeceği gerçeği ortada iken yapılanların adına kılıf uydurma denilir. Bunun adına da MEB’in soran, sorgulayan, merak eden kuşaklar yerine, susan, ezberleyen, biat eden kuşaklar yetiştirme gayreti denir. Nokta…
Gelelim sahtecilik ve hırsızlık konusuna!
Nitelikli diploma ve iş güç sahibi olmak için 15 milyon kişi sınavlarda ecel teri döke dursun; ODTÜ’den İTÜ’ye, İÜ’den 9 Eylül’le 208 üniversitenin diplomaları piyasada belli ücretler karşılığında basılıp satılıyormuş. Fiat listesi bile belli imiş. Lise diploması 10 bin TL, ön lisans 25 bin TL, lisans 30 bin TL, doktora diploması 50 bin TL’ye çıkıyormuş. Sahte diplomaların teslim süreci 10 günmüş! (Kaynak: Sultan Uçar, Sözcü Gazetesi)
Bunun adı nedir? Kimler bu yola başvuruyor? Sahtecilik suç değil midir? Sahte diploma gerçeğinden nasıl ayrılır? Bu sorular yönetim katında yanıta ve izaha muhtaçtır…
Sırada kurduğumuz düşler ve unutmadıklarımız var…
Neleri mi unutmadık? Toplumu ilgilendiren konuları bireysel bir vaka olarak görenleri, toplumsal sorun olarak irdelemeden, halı altına süpürenleri, son 19 yılda yüzde 54 artış gösteren ve dehşet verici orana ulaşan intihar artışlarını görmezden gelenleri unutmadık…
Yine; Yaşamaktan vazgeçen gençlerin sayısının arttığını, sınav baskısı, aile ve çevre baskısı, ekonomik sıkıntılar, işsizlik, vb ile yaşamdan kopanların 15-29 yaş
aralığında olmasını, bu intiharların en çok dar gelirli ailelerde yaşanmasının kimsenin umurunda olmadığını unutmadık…
Tıpkı tribünlere oynamanın, taraftara selam çakmanın, saraya bağlılık bildirmenin son yılların modası olduğunu unutmadığımız gibi. Tıpkı ülkenin temel sorunlarına duyarlı, girişimci, değişimci, olan, yeni yollar açan, halkı muhatap alan, sorunları çözme iddiası olan yöneticilere duyduğumuz özlem gibi. Tıpkı bizdeki siyaset anlayışının ya vaat, ya tehdit temelinde oturtulduğunu, cüretkâr lafların, akıntıya kürek çekmenin, günü kurtarmanın, işinize gelirse demenin bizdeki siyaset biçiminin tanımları arasında olduğunu unutmadığımız gibi.
Tıpkı tutukevlerinde yatanlar konusunda da Avrupa şampiyonu olduğumuzu, bizde 348 bin kişi çeşitli nedenlerle içeride iken; tutuklu sayısının Londra’da 72 bin, Fransa’da 71 bin, bizi kıskanan Almanya’da 56 bin olduğunu unutmadığımız ve fark atmayı sevdiğimiz gibi!
Sadece bu kadar mı?
1 Temmuz 2021’den bu yana 963 kadın, 2024’ün ilk altı ayında 205 kadın öldürüldü. 117 şüpheli ölüm gerçekleşti. Ortalama günde 7 kadın öldürülüyor. Öldürmeyi göze alan “çevre ne der, el âlem ne demez!” diye düşünerek; aşk, kıskançlık, inanç, kuşku, töre, gelenek, ahlak deyip kadınları yaşamdan koparanları da unutmadık.
Neredeyse 82.ili oluşturacak duruma gelen ve sayıları 11 milyona yaklaşan belki de geçen sayısıyla 37 ilin nüfusunu geçen işsizler ordusunu, gençlerin yüzde 53’ünün yeterli beslenemediğini, bakan ve vekil maşları artarken “bu beyin nasıl çalışır, bu vücut nasıl gelişir?” sorularına yanıt verilmediğini de unutmadık
Kars’tan göçüp gelen köylü yurttaşın; “Ev, tarla, kaz, tavuk ne varsa satıp geldik. Ne dönebiliyorum, ne kalabiliyorum. Bunun adı ekonomik zulümdür!” şeklindeki sözlerini unutmadık.
Yazıyı bağlamadan soralım bunca beklentiyi yok saymak ve bu denli acımasızlık neden? Unutmayalım; Sorunlara ve sorulara kulak vermek yetmez, hak vermek gerekir, hele de çözüm noktasında samimi ve gerçekçi olmak gerekir…