Yaşananları, Yaşatılanları, Yaşatılacakları Unutmak Niye?

İlgililerin ilgilenmediği ülkelerde ihmallerin ve ihtimallerin yarattığı korku iklimine bakalım…

Neşe Doster Yazar nesedoster@yahoo.com

Ülkemizde olup bitenleri; önce hayret nidalarıyla, sonra gözleri açarak şaşırmış görünmelerle, daha sonra adet yerini bulsun diye göstermelik tepkilerle, en sonunda da yine bildiğimizi okumak ve kaldığımız yerden devam etmelerle karşılamak artık hem sıradanlaştı hem de yaygın bir hal aldı bilindiği gibi…

Hemen herkesin her konuda uzman olduğu, bazen ekonomist kesildiği, yer yer cinayet masası polisi gibi ya da adli tıp doktoru gibi konuştuğu, en çok da bilmediği ve anlamadığı konularda ahkâm kestiği günümüzde çevremize bakınca şu tabloyla karşılaşıyoruz;

Olup biten her şeyin önce nedeni tartışılıyor, sonra üzerinde uzun uzun ve bin dereden su getirerek konuşuluyor, yazılı ve görsel basın olayı köpürtüyor, biz tam anlamaya çalışırken yepyeni bir gündem oluşuyor. Hepsi bu kadar! Oysa akademik mantığın, aydın olma onurunun, insani ve vicdani duyarlığın gerekleri yok mu (ki vardır), olması gerekir. Derin bir nefes alarak; O halde neden uygulanmıyor diye sormayalım mı?

Gelelim Eylül ayının önemine…

Bizi kaygılandıracak, gerecek, mutsuz edecek bunca sorun yaşandığı ve gündem çok yoğun olduğu için Eylül ayında tarihe ışık tutan yıldönümlerine değinemedik. Oysa Eylül ayı pek çok olayın yaşandığı özel bir ay. 1 Eylül Dünya Barış Günü/ 4 Eylül Sivas Kongresi/ 9 Eylül İzmir’in Kurtuluşu/ 25 Eylül Yangınlardan Korunma Haftası/ 26 Eylül Dil Bayramı. Bir kısmının zamanı geçse de bir kısmının zamanı gelmese de dilimizin döndüğünce sütuna yatıralım. Ne de olsa serde aydın ve yazar sorumluluğu var!

Ayrıca ve yeri gelmişken bir hatırlatma yapalım! Bazıları bazı konulardan rahatsızlık duydukça o konuları sürekli hatırlatıp, gündemde tutarak onları rahatsız etmeyi sürdürmeliyiz. Çünkü unutturmaya çalışılan konu ve kişiler unutulmaz hale geliyor bilindiği gibi...

Eylül’deki yıldönümleri demişken! Madem başladık öncelikle içte ve dışta çok ihtiyacımız olan Barış konusuna değinelim. Çevremize ve çevrede olup bitenlere bakalım, yaşamadan ve yaşlanmadan ölenlere bakalım. Savaşlarda yaşananları hiçbir dilde, hiçbir sözcüğün tanımlayamadığı dramlara bakalım.

Ukrayna’dan Rusya’ya, İsrail’den Filistin’e, Gazze Şeridi’nden Lübnan’a uzanıp: Resimlerin hep aynı, çerçevelerin farklı olduğu, aktörlerin ve dublörlerin hep aynı, ölenlerin adreslerinin farklı olduğu düzene bakalım. Savaşlarda ölenlere, sakat kalanlara, travma geçirenlere, evsiz, yurtsuz, anasız, babasız evlatsız kalanlara bakalım…

Yetinmeyelim. İç acıtan, göz yaşartan görüntülere bakalım! Annesiyle aynı tabuta koyulan bebeğin ağzındaki emzik! Yüzünün yarısı yanan çocuğun yürek yakan çığlıkları! Tankların önünden çocuklarıyla kaçmaya çalışan babanın çaresizliği! Çocuklarını rastgele savrulan kurşunlardan korumak için bağrına basan annenin gözlerindeki korku! Ölen evlatlarının arkasından gözyaşı döken aileler! Özetle gidecek halleri, gidecek yerleri olmayan insanlara bakalım…

İlgililerin ilgilenmediği ülkelerde ihmallerin ve ihtimallerin yarattığı korku iklimine bakalım…

Sonra da dönüp dünyayı yönetenlere, savaş çığlıklarına, savaş çağrılarına, savaş pazarlıklarına arka çıkanlara soralım? Emeği ve onuru çiğnenmiş, tutsak olmuş, teslim alınmış bir halkı avutabilir misiniz? Ya da savaşın esas kaybedeninin bedenleri örselenen kadınlar, düşleri yok edilen çocuklar olduğunu unutabilir misiniz? Kısaca! Barışı tek yönlü değil, çok yönlü- tek yanlı değil, çok yanlı- tek boyutlu değil, çok boyutlu irdelemek gerektiğini acilen düşünmelisiniz…

Unutmayınız! Çünkü sıralananlar ve sıralanamayanlar; Bir insanlık suçunun, herkesin, hepimizin suçlu olduğu ve esas yitirenin insanlık olduğu savaş görüntüleridir.

Yine unutmayınız! Göstermelik derin iç çekişlerle bakmak yerine, barışı vurgulayan, savaşı lanetleyen adımlar atmak gerekir…

Asla unutmayınız! Biz Türk halkı olarak ömrü savaş meydanlarında geçen Büyük Atatürk’ün; “Yurtta barış, dünyada barış” dediği o özel seslenişiyle büyüdük. Dolayısıyla barışı savunan bir liderin ülkesi kuşkusuz ki barıştan yana olacaktır, barıştan yana koyacaktır tavrını…

Gelelim 4 Eylül Sivas Kongresi’nin perde arkasına…

4 -11 Eylül 1919. Sivas’ta ülkenin o koşullarında ulusal bir kongre toplanması nedir? Ne anlama gelir? Kısaca göz atalım ki İzmir’in kurtuluşuna giden yolu döşeyenleri bir kez daha analım. Tıbbiyeli Hikmet’in çıkışına; “Evlat müsterih ol, gençliğe güveniyorum, gençlikle iftihar ediyorum. Biz azınlıkta kalsak da parolamız ya istiklal ya ölümdür!” diyen bir liderden söz ediyoruz…

Bilindiği gibi Sivas Kongresi; Kurtuluş Savaşı'nın dönüm noktalarından. Düşmana karşı direnişin kararı bu kongrede alınmıştır. Ulusal nitelikte olan bu kongre Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolların en önemli basamaklarından. Misakı millinin kabulü, milli birlik ve beraberliğin sağlanmasının temelleri bu kongrede atılır. Bu mücadelenin önderi mücadeleyi kişisel değil, kitlesel bir tabana yerleştirerek daha o yıllarda devletin çerçevesini çizen Mustafa Kemal’dir.

O yıllarda Sivas’ta çıkarılan gazetenin adının İrade-i Millîye olduğunu unutmuyoruz. O yıllarda Sivaslı kadınların kongreden hemen sonra kurduğu cemiyetin adının; Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti olduğunu hep hatırlıyoruz.

O yıllarda tüm Sivas halkının kongre üyelerini bağrına bastığını, Sivas’ın milli mücadeleye 108 gün ev sahipliği yaptığını, Cumhuriyetin temellerinin burada atıldığını, Mustafa Kemal önderliğinde toplanan Temsilciler Heyeti’nin; “Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz. Manda ve himaye kabul olunamaz! Milli iradeyi hâkim kılmak esastır!” Diyerek TC’nin ilk temel taşının orada koyulduğunu hep hatırda tutuyoruz. İşte bu adımlar sayesindedir ki 9 Eylül 1922’de büyük bir zafere kapı açılıp, 29 Ekim 1923’de Cumhuriyetin ilanıyla sürecin tamamlandığını da asla ve asla unutmuyoruz…

Özetle: Ne kadar iyi yüzme bilirseniz bilin, uçsuz bucaksız Atatürk okyanusuna dalınca; Karşımıza Tarih, coğrafya, filoloji, hukuk, sosyoloji, iktisat ve sanat kitapları okuyan bir lider çıkıyor. Kütüphanesindeki 4 bin dolayında kitapla dünyanın en çok kitap okuyan liderlerinden biri olan ve cephane sandıklarına kitapları doldurturken; “Şimdi kültür savaşı başlıyor, cephanemiz artık kitaplardır!” diyen bir liderden söz ediyoruz. Bu sözün ardında yatan gerçek ve cumhuriyetin temelinde yatan hakikat o kitaplardan süzülen bilgiler değil midir? Nokta…

Tüm yazılarını göster