Bölgede yaşayan 14 milyon insan bu üç depremden etkilendi, on binlerce can kaybettik. Enkaz altından kurtarılan depremzedeleri sevinç gözyaşlarıyla karşıladık, hayatını kaybedenlere içimiz yandı. Bu süreçte 7’den 77’ye herkes canla başla çalıştı ve çalışmaya devam ediyor.
Bölgenin bu travmayı atlatabilmesi için oldukça uzun bir süre de çalışmamız gerekecek.
Evet yaşanan bu büyük yıkımda kaybettiklerimizi geri getiremeyeceğiz.
Ama bölgenin sahip olduğu tarihsel ve kültürel değerlere de sahip çıkarak kaybolmalarına engel olmalıyız.
Gastronomik açıdan bakarsak Anadolu mutfağında önemli bir yere sahip olan aralarında Adıyaman, Kahramanmaraş, Gaziantep, Kilis, Diyarbakır, Malatya ve Antakya’nın bulunduğu şehirler depremlerde çok büyük hasar gördü.
Büyük kayıplar yaşayan depremzedeler doğdukları, büyüdükleri, kültürünü yaşattıkları şehirlerini yaşadıkları büyük travma, korku ve yaşamsal imkansızlıklar nedeniyle neredeyse yanlarına alabildikleri bir poşeti dolduracak eşyaları ile terk etmeye başladı.
Bizlere düşen bu gidişin bir göçe dönüşmemesi için çaba sarf etmek.
Çünkü depremzedeler giderken yanlarında sadece alabildikleri şahsi eşyalarını değil yüzyıllardır bölgenin biriktirdiği kültürel hafızayı da götürüyorlar.
Eğer onlar bölgeye dönmezlerse bu hafızayı da kaybedeceğiz.
Bu nedenle içinde bulunduğumuz dönemde bizlerin yapması gereken en önemli şey sahip olduğumuz kültürel mirasın yok olmaması ve unutulmaması için önlem almak.
İşte tam da bu noktada karşımıza sürdürülebilirlik kavramı çıkıyor.
Peki bizler sürdürülebilirliğin daha da doğrusu gastronomide sürdürülebilirliğin ne anlama geldiğini ve onu sağlayabilmek için yapılması gerekenleri yeterince biliyor muyuz?
İsterseniz önce sürdürülebilirlik kavramının ne anlama geldiğini bir kez daha hatırlayalım. Sanayi devrimi sonrasında insanoğlunun sanayi, bilim ve teknoloji alanlarında yaşadığı değişim ve hızlı ilerlemeler insanların yaşamlarını kolaylaştırarak refah düzeylerinde artış sağladı. Bu artışa bağlı olarak yaşam standartlarında yaşanan değişimle birlikte insanlar daha çok tüketme eğilimi içerisine girmişler ve buna bağlı olarak da her geçen gün doğaya daha fazla ve kalıcı zararlar verdiler.
Kişilerin tüketim alışkanlıkları ve davranışlarındaki değişim toplumu her geçen gün daha fazla tüketmeye yöneltti. Tüketimde yaşanan artış, hızlı kentleşme ve artan nüfus sonucunda doğa daha fazla kirlenmeye ve doğal kaynaklar bilinçsiz bir şekilde kullanılmaya başlandı.
Yaşanan bu değişim sonrasında insanoğlu sahip olduğu doğal kaynakların sınırsız olmadığını farkına vardıktan sonra toplumda sahip olunan doğal kaynakların tükeneceği bilinci oluşmaya başladı. Bu farkındalıkla birlikte dünya üzerinde varlığını sürdürmek isteyen insanlar ve devletlerin doğaya verdikleri zararlara ve tüketimlerine daha fazla dikkat etmeye başlaması ve bu bilinçle birlikte ortaya çıkan çözüm arayışları sürdürülebilirlik kavramını gündeme getirdi.
İşte tam da bu noktada son yıllarda gündemimize giren sürdürülebilirliğin öncelikle çevresel etkileriyle ele alındığını söylemenin yanlış olmayacağı gibi yapılan en büyük yanlışların başında da sürdürülebilirliği sadece bu yönüyle ele almak olduğunu itiraf etmeliyiz.
Son yıllarda bölgelerin sürdürülebilir gelişimi için gıda ve gastronominin belirleyici unsurlar olarak giderek daha fazla kabul görmesinin ardından bölgelerin çekiciliğini ve rekabet gücünü artıran faktörlerin ekonomik, sosyal ve çevresel sürdürülebilirliğe katkıda bulunabileceği teorisi birçok alanda yaygın olarak kabul edilmeye başladı.
Sürdürülebilirlik için kaynaklar sürekli değerlendirilirken aynı zamanda bu kaynakların korunmasına da özen gösterilmelidir.
Yaşanan bu acı tecrübe sürdürülebilirliği sadece çevresel etkiler açısından değerlendirmememiz gerektiğini bir kez daha gösterdi.
Bizler de artık sürdürülebilirliği sadece çevresel yönüyle değil sahip çıkılması gereken değerlerin sonraki nesillere kayıpsız aktarılabilmesi yönüyle anlamalı ve uygulamalıyız.
Hiç vakit kaybetmeden yaralarımızı sararken geçmişimizden gelen değerlerimizi gelecek nesillere taşıyacak adımları atmalıyız.