Çocukluktaki stres, hayatımızın 20 yılını alıp götürebiliyor
“Stres de kurşun ve cıva zehirlenmesi gibi bir nörotoksindir. Gerçekten stres dolu çevrelerden gelen çocuklara da aslında olan şey bu. Çevresel toksinlerin ne olduğunu biliyoruz keza stres de böyle bir toksin.”
Paula Cocozza'nın çocukluk çağıstresinin insanın yaşamını nasıl etkilediğine dair bir makale kalme aldı. Düşünbil'den Merve Erdoğdu'nun çevirdiği makale şöyle:
Yönetmen James Redford’un yeni filmi Resilience’ın (Direnç) bir sahnesinde bir pediyatri uzmanı, modası çoktan geçmiş ve tuhaf karşılanan bir anne-baba davranış hatasından şu örneği vererek bahsediyor: “Bir zamanlar ebeveynler arabalarında çocukları varken ve camlar kapalıyken sigara içerlerdi.” İnanılır gibi değil. Şimdi o günler ne kadar uzakta görünüyor değil mi? Günümüzdeki anne-babalar o toksinlerin tehlikelerine karşı ne kadar da bilinçliler. Ama bu pediyatri uzmanı yine de San Francisco’daki Bayview-Hunters Point bölgesinde bulunan kliniğinde, çocukların sigara dumanı kadar zararlı olan yeni bir kirletici maddeden kaynaklı geliştirmiş oldukları semptomlarla karşılaşıyor. Sigara dumanı dolu arabanın aksine, bu yeni kirletici madde gözle görünmüyor ama tespit edilemeden, çocukların yaşamlarında sinsice yer alıyor ve ciğerlerine, kalplerine ve bağışıklık sistemine uzun soluklu hasarlar veriyor.
Redford bunu stres olarak açıklıyor. Ve Michigan’da bulunan Flint şehri sakinlerinin içme suyundan kurşuna maruz kalmaları olayına atıfta bulunarak şöyle ekliyor: “Stres de kurşun ve cıva zehirlenmesi gibi bir nörotoksindir. Gerçekten stres dolu çevrelerden gelen çocuklara da aslında olan şey bu. Çevresel toksinlerin ne olduğunu biliyoruz keza stres de böyle bir toksin.” Redford zehirli stres denilen olgunun çocuklarda fazlaca artmasını “bir halk sağlığı krizi” olarak niteliyor.
Redford, disleksi üzerine çektiği film ile ilgili çalışmalarını daha yeni bitirmiş, ortağı Karen Pritzker ile birlikte yeni filmleri için oyuncu seçiyormuş. Pritzker, Vincent Felitti ve Robert Anna’nın 1998 tarihli olumsuz çocukluk çağı deneyimleri (OÇÇD) araştırmasına denk gelmiş ve Redford’dan içeriği okumasını istemiş.
OÇÇD anketi kişilerden çocukluk çağlarıyla ilgili soruları cevaplamalarını isteyen bir ölçek. Örnek sorulardan bazıları şunlar: Madde istismarına tanık oldunuz mu? Anne-babanız ayrı veya boşanmış mıydı? Ailenizden herhangi birinin zihinsel bir hastalığı var mıydı? Cezaevinde olan bir aile üyesi var mıydı? Bu anketi tamamlayanlardan tahminen 10 sorudan üçüne ve daha fazlasına olumlu cevap verenler ciddi derecede olumsuz sağlık durumu riski taşıyorlar. Redford’un filmine göre, üç tane OÇÇD’niz varsa, sıfır OÇÇD yaşayan bir kişiye kıyasla kalp hastalığı geçirme ihtimaliniz iki kat yüksek oluyor. Sonucunuz dört ise depresyona yatkınlığınız üç katına çıkıyor, altı ise ortalama yaşam süreniz 20 yıl azalıyor. Redford bunun kimse tarafından bilinmediğini düşündüğünü, o yüzden anlatılması gerektiğini belirtiyor.
Çocukluk çağında karşılaşılan zor deneyimlerin sağlık sorunlarına yol açacağı fikri tanıdık bir düşünce. Bu şekilde deneyim edinmiş çocuklar kendilerini yiyecek veya uyuşturucuyla yatıştırma yoluna gidebilir, bağımlı veya obez olabilir ve dolayısıyla sağlığı kötüye gidebilir. Fakat OÇÇD araştırması farklı bir tür bağlantıyı açığa çıkarıyor: Strese karşı tamamıyla davranışsal olmayan biyolojik kaynaklı bir tepki verilmesi ve bunun sonucunda ciddi hastalıkların ortaya çıkabilmesi; bu tepkinin de koroner kalp hastalıkları için yüksek tansiyondan, yüksek kolesterolden ve hatta sigara kullanımından daha kuvvetli bir öngörücü olması.
Bu film bilime küçük bir ışık tutuyor, o yüzden Redford’un iyi bir açıklama yapabilmesini umuyorum.
“Düşünün ki çocuğun biri eve geliyor ve ön kapıyı açıyor. Odada bir ayının olduğunu görüyor. Ayı kükrüyor.” Bu durumda çocuğun böbreküstü bezleri kortizol salgılamaya başlar. Kan basıncı yükselir ve gözbebekleri büyür. Kan mideden büyük kas gruplarına doğru çekilir. “Bu, korkuya biyolojik olarak verilen bir tepkidir. Ve şimdi de bu çocuğun her gün bu eve geldiğini hayal edin.” Ancak kapıyı açtığında gördüğü bir ayı değil.
“Odadaki ayı aslında zihinsel bozukluğu olan bir akrabayı, sözleriyle istismar eden bir babayı, duygusal olarak istismar eden ebeveynleri, istikrarsız bir durumu, evde yiyecek olmamasını veya anne-babanın nerde olduğunun bilinmemesi durumlarını temsil ediyor. Vücudunuz stres altındayken verdiğiniz o tepkileri göstermeye devam eder. Günbegün, adrenalin, kortizol, yüksek şeker gibi kimyasallar ve tepkiler beyninizin bilgi işlem mekanizmasında değişiklikler yaratacaktır. Bu durum organların gelişimini hücresel boyutta etkilemektedir. Strese bu denli devamlı maruz kalmak vücudu yorup bağışıklık sisteminin iyi çalışmamasına yol açar, böylece sizi kalp damar hastalıklarına, kansere ve diğer bağışıklık bozukluklarına daha yatkın kılar.
Çocukluğun bu şekilde olmaması gerekiyor. “Her gün bu tür hormonlara [o seviyede] maruz kalmamanız gerekiyor” diye ekliyor Redford.
Peki, Redford bu konuyu irdelerken kendi OÇÇD anketini cevapladı mı? Bu soruyu duyunca gergin bir kahkaha atıyor. Redford, eğitimci ve yazar olan eşi Kyle ile Fairfax’ta yaşadığı halde telefona New York’tan bağlanıyor. 25 yaşında bir oğulları ve üniversitede okuyan bir kızları var. Redford az önceki soruma şu şekilde bir yanıt veriyor: “Nasıl incelediğime bağlı olarak, benim puanım iki ile üç arasında bir yerdeydi diyebilirim.”
OÇÇD anket sorularının bir kısmı şaşırtıcı derecede kapsamlı. Mesela bir tanesi anne-babanızdan biri size hiç küfretti, aşağıladı veya küçümsedi mi diye, bir diğeri ise ailenizdekilerin birbirlerini gözetmediğini, birbirlerine yakın hissetmediğini veya birbirlerine destek olmadığını söyleyebilir misiniz diye soruyor. Anket, cevaplayan kişiye kendi çocukluğunu sorgulamasının yanı sıra, kendi ebeveynliğini de mercek altına aldırıyor.
Redford şöyle bir yorumda bulunuyor: “Bu anket cidden kendinizi sorgulatıyor, değil mi? Bu konular eskisi kadar üstü örtük değil. Eğer ki hayatınızda hiç OÇÇD yoksa bu çok şanslısınız anlamına gelir, bir de azınlıkta olduğunuz.”
OÇÇD hem sosyal hem de ekonomik ölçekte deneyimleniyor. Resilience’ın bir bölümünde Redford; sosyal hizmet görevlileri, araştırmacılar ve eğitimcilerin olduğu bir konferansı filme almış ve seyircilerin arasından çoğunluğunu orta ve eğitimli sınıfın oluşturduğu %34’lük bir kesim, dört veya daha fazla OÇÇD’ye sahip olduklarını dile getiriyor.
Elbette evde yapılan hangi aktivitelerin gelecekte OÇÇD teşkil edeceğini henüz bilemiyoruz. Belki bir gün anketlerde şöyle sorular da olacak: “Size bakmakla yükümlüler haftada 50 saatten fazla mı çalışıyorlardı? Siz onlarla konuşmaya çalışırken, onlar sürekli akıllı telefonlarına mı bakıyorlardı?”
“İşte tam olarak böyle bir şey ileride bir OÇÇD oluşturabilir. Çünkü bu tarz eylemler şüphesiz ki bizim başkalarıyla olan ilişkimizi değiştiriyor.”
Resilience filminde olumsuz çocukluk deneyimlerine ilişkin “madde istismarı… fiziksel istismar… boşanma” gibi kelimeler ekrana grafiklerle yansıtılıyor. Boşanmanın da bu tür deneyimler arasına konulması oldukça şaşırtıcı. Peki, iyi bir şekilde atlatılan barışçıl bir boşanma bile olumsuz bir deneyim olarak mı sayılıyor? Kendi ebeveynleri -aktör olan babası Robert Redford ve annesi Lola Van Wagenen- de kendisi 23 yaşındayken boşanmış olan Redford, bu soruya “evet öyle” diyerek yanıt veriyor.
Redford, Pritzker’in gösterdiği bu araştırmaya olan bağını, çocukluktan ziyade yetişkinlik deneyimleriyle oluşturduğunu söylüyor. Redford yedi hafta erken dünyaya gelmiş, çocukluğunda hastalıkla boğuşmuş ve sonunda ona ülseratif kolit teşhisi konmuş. 30 yaşındayken karaciğer nakline ihtiyaç duymuş ve ilk nakil başarısız olmuş. İkincisi için ise üç aylık gergin bir bekleyiş geçirmiş. O bunu “ölümü teğet geçmek” olarak adlandırıyor. Ve şöyle devam ediyor:
“Prosedüre dayanıp dayanamayacağınızı belirlemek ve başka bir sorunla karşılaşılmasın diye bir sürü teste tabi tutuluyorsunuz. Doktorlar size ailenizle ve ilişkilerinizle ilgili fazlaca soru soruyorlar… Ben o zaman daha yeni evlenmiştim ve bir oğlum vardı. Bir keresinde ameliyatı yapacak doktora neden bu kadar soru soruyorsunuz ki diye sordum. O da organ naklinin çok zor bir işlem olduğunu ve nakil ameliyatı olan hastanın aile desteği olmadığında hayatta kalma şansının yok denebilecek kadar az olduğunu söyledi. Bu cevap bende şok etkisi yarattı. Yani hayatınızın psikolojik ve duygusal yapısı, ameliyatınızın iyi geçmesi olasılığını etkileyebiliyor!” Redford son cümlesini söylerken sesini öyle bir şekilde yükseltiyor ki sanki bu soruyu uzun zamandır kendine soruyormuş gibi bir his uyandırıyor.
Doktorla bu konuşması bir şekilde aklından çıkıvermiş. Ama OÇÇD ile ilgili yazılar okumaya başlayınca konuşmayı da hatırlamış ve “Konuya hemen ısındım.” diyor.
Hayatta kalmak belki de Redford için kendi direncinin bir göstergesidir. Direnç kelimesinin onun için önem arz ettiği aşikâr. Psikolog ve yazar Angela Duckworth’ün “cesaret” üzerine yaptığı yere göğe sığdırılamayan çalışmasını akla getirirse de yaklaşımlar daha farklı olamazdı.
“Üstesinden gelmemiz kültürel olarak bizlere verilen mesajdır.” diyor Redford, “Sizin çocukluğunuz zor geçmişse başkalarınınki de öyle geçmiştir. Sizin özel bir durumunuz yok. Neşelen ve yoluna devam et. Eğer bağımlılıkla boğuşuyor ve depresyon veya kaygı bozukluğu yaşıyorsanız demek ki siz güçsüz birisiniz. İşte bu, çok hasar verici bir mesaj. Bu filme Resilience (Direnç) adını vermemizin nedeni, gerçek direncin ne olduğuna odaklanmaktı. Çoğumuz için bu geliştirmemiz gereken bir özellik.”
Redford bu niteliği iyileştiriyor gibi görünüyor ve “Ben de öyle umuyorum.” diyor.
Peki, OÇÇD anketi çocukluk çağında uzun süreli travma geçiren kişilerin yaşam deneyimlerini iyileştirmek için nasıl kullanılabilir? Resilience’ın bir bölümünde, Washington Eyaleti Aile Politikaları Konseyi eski Başkanı Laura Porter hasarla yüzleşmek için “genel nüfusun çok akıllıca eylemler icat edeceğini” iddia ediyor.
Bu oldukça belirsiz bir iyimserlik gibi görünüyor ama Redford ilerleme işaretlerinin çoktan oluştuğunu söylüyor. İlk OÇÇD çalışmasını okuduğunda, “zehirli stres” terimi daha ortaya konmamıştı (“zehirli stres” terimi Harvard Üniversitesi Çocuk Gelişimi Merkezinden aynı zamanda da filmde de rol alan Jack Shonkoff tarafından üretilmiştir). Redford şimdi tüm okul bölgelerinin travma bilinci üzerine odaklandığını belirtiyor. Florida’da bulunan Tarpon Springs şehri ise kendini “travmayla ilgili bilinçlenmiş” bir şehir olarak ilan etti. Bu da Redford’a göre bir şeylerin açığa çıkmaya başladığının göstergesi.
Birleşik Krallık Sağlık Departmanının olumsuz çocukluk çağı deneyimleri programında klinik önderlik yapan Warren Larkin Birleşik Krallık’ta OÇÇD’nin muhtemel kullanımlarına yönelik araştırmaların giderek artan bir hızla seyrettiğini ifade ediyor. Warren Larkin yakın zamanda Blackburn’de bulunan bir okul ve Lancashire’daki polis kuvvetleriyle beraber çalıştığını ve tutum değişiklikleri görmeye başladığı anlatıyor. Galler Halk Sağlığı kurumunun kendisinin yayımladığı bir rapor mevcut. Early Intervention Foundation (Erken Müdahale Vakfı) gibi diğer kurumlar ise kanıtların daha “başlangıç aşamasında” olduğunu belirtip yürütülen pilot uygulamalardan gelecek sonuçları dört gözle beklediklerini dile getiriyorlar.
Redford’a göre fark yaratanlar aslında oldukça küçük şeyler ve buna ithafen Redford bir anekdot anlatıyor. Okulun biri öğrencilerinin evde yaşadıkları travma için fazla ödenek ayırmak konusunda başta gönülsüzmüş. Öğrencilerin okuldaki davranışlarına yoğunlaşıyormuş ve davranışla ilgili aşılmaması gereken sınırlar varmış. Yine de öğretmenler küçük bir yenilik yapmaya ikna edilmiş ve bu yenilik de her öğrenciyi sabahları sınıfın kapısında karşılamak, gözlerinin içine bakıp sadece merhaba demekmiş.
Redford “Yapmaları istenen şey sadece buydu. Sadece o düzeyde bağ kurmanın bile sınıf performansı üzerinde olumlu etkisi oldu. Birine dikkatini yöneltmek. Kim olduğuna dair küçük bir merak göstermek. O anda ve belki de sonraki hayatlarında o çocukların her biri gerçekten özel olduğunu hissedebilir.”