Dil nasıl evrimleşti? Neden diğer türlerde dil evrimleşmedi?
Alet yapımından, avlanmaya, toplumsal zekâya, çevre ve seçilim baskısına kadar, dil nasıl evrimleşti?
Geçen aylarda “I am Mother” isimli bir bilimkurgu filmi yayınlandı. Filme; bir olay sonrasında yok olan insanlığın, yer altında saklanan tam 63.000 insan embriyosu ile robotlar tarafından tekrar yaratılmaya çalışılması konu ediliyor. Saklanan embriyolardan Dünya’ya gelmiş bir çocuk, robot tarafından yetiştiriliyor; robot çocukla iletişim kuruyor ve temel ihtiyaçları karşılanıyor. “Spoiler” vermeden, buraya kadarki kısımdan akıllara gelebilecek bir soru ile başlayalım; çocukla hiç konuşulmasaydı ya da tamamen iletişimden kopuk bir şekilde büyütülseydi hangi dili konuşurdu?
Dilin Kökenine Dair Tarihte Yapılmış Deneyler
Dilin kökenine ilişkin bir cevap bulabilmek için, artık bilim kurgudan çıkıp tarih boyunca yapılmış birkaç deneye göz atabiliriz. Bu deneylerin yapılış amacı, konuştuğumuz dilin kökenini öğrenmek ve Dünya üzerinde var olmuş yaklaşık olarak 6000 dilin kaynağına dair bir arayışı içeriyordu. Öte yandan konu ile ilgili oldukça dramatik sonuçlara sebebiyet veren bazı etik dışı deneyler de yapıldı.
Bu deneylerden bir tanesi MÖ. 6 yüzyılda Mısır’da gerçekleştirilmiş. Firavun, yeni doğmuş iki bebeği ailelerinden alıp bir çobanın yanına teslim edilmesini emretmiş ve çobanın da bebeklerle iletişim kurmasını yasaklamış. İlerleyen zamanda bebeklerin kendi aralarında bir dil geliştirdikleri görülmüş ve ilk söyledikleri kelime ise Frig dilinde “ekmek” anlamına gelen “Becos” olmuş. Böylelikle de o zamanki insanlar, dillerin kökeninin Frig dili olduğu çıkarımında bulunmuşlar.
Derek Bickerton, Adem’in Dili. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2013.
Tarih boyunca insanlar buna benzer deneyler yapmaya devam etmişler. Hatta bazı çocuklar ailelerinden alınıp; vahşi yaşama konulmuş ve çeşitli hayvan türlerinin yanında yetiştirilmiş. Ancak hiçbir zaman insanlardaki gibi bir dil yeteneği gelişmemiş.
Biz şimdi bu deneylerin yapıldığı tarihlerden daha da geriye giderek dile nasıl kavuştuğumuzu; bir başka deyişle dilin nasıl evrimleştiğini; dili, evrimsel süreçte doğal seçilimde öne çıkaran şeyin neler olabileceğine odaklanacağız. Belki daha da önemlisi dilin nasıl evrimleştiğini sormak yerine; diğer tüm türlerin kullanmış olduğu iletişim sistemlerinden atalarımızın uzaklaşmaya başlamasına yol açan etken veya etkenlerin neler olabileceğine dair araştırma verilerine değineceğiz.
Lisan Nedir ve Neden Diğer Türlerde Yoktur?
Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nden çıkan, Türkçe’ye “Adem’in Dili” olarak çevrilen Derek Bickerton’un kitabında, öteki türlerin yapamayıp da insan türü olarak yapabildiğimiz sayısız şeyin temelinde, dil olduğuna; belki de, insanı insan yapan yegane şeyin lisan olduğuna yer verilir (syf. 8).
Peki dil/lisan derken ne anlamamız gerekiyor? Sadece konuşmayı mı aklımıza getirmeliyiz? Hayır. Konuşmak, lisanın araçlarından sadece bir tanesidir, bununla birlikte işaret dili de lisanın araçlarındandır. Lisan, kelimelerin ve işaretlerin anlamlarını belirler. Bu sayede muhabbet eder, dedikodu yapar, şiirler yazar; aklımıza gelebilecek daha bir sürü şeyi yapabiliriz. Kısacası lisan sayesinde fikirlerimizden yapısal bir bütün inşa ederiz.
Peki neden sadece insan türünde lisan vardır? Mesela neden köpeklerle bir akşam çayında muhabbet edemiyor ya da şempanzelerle dedikodu yapamıyoruz? Bickerton’un da bahsettiği üzere; eğer bir özellik, o türün işini görüyorsa evrim daha fazlasını gerek duymaz, yani evrim sadelikten yanadır. Öteki türler lisan geliştirmedi çünkü lisana gereksinimleri olmadı (syf. 21,29). Peki insan türünü lisana kavuşmasına iten durum neydi? Neden lisana ihtiyaç duyduk?
Canlılardaki İletişim Şekilleri ve Çeşitleri
Aslında neredeyse tüm canlı organizmalar, birbiri ile bir şekilde iletişim kurar. Yunuslar, sonar sinyali gönderir; gibonlar, bir saatten uzun süren düetler yapar; karıncalar, çeşitli kimyasallar salgılar ve buraya yazmadığımız daha fazlası. İnsan dışı hayvanlardaki iletişim sistemleri, hayvan iletişim sistemleri olarak sınıflandırılır ve üç ana başlık altında toplanır:
1) Sağ kalımla ilgili sinyaller.
2) Çiftleşme ve üreme ile ilgili sinyaller.
3) Toplumsal sinyaller.
Peki hayvan iletişim sistemleri (HİS) ile lisan arasındaki fark tam olarak nedir? Hayvanlardaki bu sistem, önce yönlendirici sonra bilgilendiriciyken; lisan ise tam tersi, önce bilgilendirici sonra yönlendiricidir. HİS birimleri göstergeseldir. Örneğin; Vervet maymunları, yırtıcılara karşı uyarı işaretlerinde bulunur ve türün diğer üyelerini yönlendirme amacı güder. Yönlendirme amacı güttüğü için de o anda orada (şimdiki zamanda ve mekanda) olmak zorundadır. Lisan ise simgeseldir; yani bilgi nakletmek üzere tasarlanmıştır. Dolayısıyla bilgi şimdiki zamana ait olmak zorunda değildir; geçmişe, geleceğe veya herhangi bir zamana ait olabilir. Lisanın simgesel özelliğinden kaynaklı yani şimdiki zamanın ve mekanın dışında kalan varlıklara da gönderme yapabildiği için dilbilimciler bu özelliği yer değişim olarak adlandırırlar.
Eğer lisanın öncüllerini veya kökenini aramak istersek hayvan iletişim sistemlerine (HİS) bakabilir ve üç ana başlık altında toplanan HİS birimlerinden sağ kalım sinyallerinin yer değişim sinyalleri içermesinin daha olası olduğunu söyleyebiliriz (Adem’in Dili, syf. 57, 58). Çünkü toplumsal ve çiftleşme ile alakalı olan sinyaller, genellikle şimdiki zaman ve mekana aittir. Sağ kalım sinyalleri ise uyarı çağrıları ve yiyecek çağrıları iki gruba ayrılır. Uyarı çağrıları ise yırtıcıların görüldüğü anda ya da görüldüğünün varsayıldığı anda yapılan çağrılar olduğu için yer değişim için aday olarak sayılamaz. Yiyecek çağrıları da o anda yapılabilir ancak bulunan bir yiyecek, uzaktaki grup üyelerine aktarma da kullanılırsa bir yer değişim sinyali içerebilir ve şimdiki mekan ve zamanın dışında bir çağrı olabilir. Dolayısıyla bu durum bize lisanın kökeni hakkında bir ipucu verebilir.
Lisana Giden Muhtemel Yol
Peki bu yiyecek çağrıları, simgesel mi yoksa göstergesel midir? Sinyallerin simgesel olması mümkün gözükmüyor, çünkü simgeler durup dururken ortaya çıkmaz ve kök- lisanın ilk aşamalarında belli bir aşamadan sonra ortaya çıkması gerekir. Göstergesel sinyal zaten şimdiki zamana ve mekana ait olduğu için yani göndermede bulunduğu şeye doğrudan işaret etmek zorundadır (Adem’in Dili, syf. 58). Elimizde bir tane daha sinyal türü var; bu da yansımalı sinyaller: Hayvanların çıkardığı ses ya da onlara ait bir parça; kemik, et gibi yani gerçek dünyada o nesneyi akla getirebilecek herhangi bir sinyaldir.
Yansımalı sinyaller, simgesel sinyallere kavuşmada olası bir yol olabilir çünkü önce kelimelere kavuştuk ve kelimeler de hepsi olmasa bile (bu, şu gibi) çoğu simgeseldir. Dolayısıyla hayvan iletişim sistemlerinin (HİS) lisana giden yolda, muhtemel olasılıkları belirlemiş olduk: Uzakta kalan besin kaynağını bildirme ihtiyacı ve yansımalı işaretler. Peki bunu hangi evrimsel senaryo veya kuram destekler sorusunun cevabına ise birazdan geleceğiz.
Dilin Evrimi İçin Getirilen Diğer Açıklamalar
Bilim insanları lisanın nasıl evrimleştiği sorusuna yönelik bazı açıklamalar getirmeye çalışmışlardır. Bundan bir nesil önce dilin kökeninin alet yapımı ile ilgili olduğu düşünülüyordu. İnsan türleri, aletlerin nasıl yapıldığını ve kullanıldığını birbirlerine öğretmeye çalışırken lisana kavuştuğumuz düşünülüyordu. Ancak bu açıklamanın örnekleri, bize yakın olan türlerde de görülüyordu. Örneğin; şempanzeler de alet yapabiliyor ve bunun için bir dile ihtiyaç duymuyorlardı. Peki şempanzeler kadar ilkel olan atalarımızın, alet yapımı için neden dil gibi devrimsel bir adıma ihtiyaçları olabilirdi ki?
Öte yandan iş birliği yaparak avlanmanın dilin evrimleşmesinin zemini olduğunu düşünenler de vardı. Ancak yine benzer olarak şempanzeler ve diğer birçok tür de (aslan, çakal gibi) iş birliği yaparak avlanıyordu ve bunu aralarında tek kelime kullanmadan halledebiliyorlardı. Bir diğer görüş ise toplumsal zekâ ile ilgilidir. Örneğin, kuyruksuz maymunlar da (İng. Ape. Büyük ve küçük kuyruksuz maymunlar olarak iki gruba ayrılır. Büyük kuyruksuz maymunlar arasında; insan, şempanze, goril, orangutan bulunurken; küçük kuyruksuz maymunlar grubunda; gibon ve siyamanglar bulunur.) ittifaklar kuruyor ve aralarında politik oyunlar oynuyordu yani dişileri elde etmek için birbirlerinin arkasından işler çeviriyor, statü yükseltme mücadelesi veriyorlardı ancak bunların hiçbirini kelime kullanmadan fiilen yapıyorlardı. Diğer görüşler gibi toplumsal zeka görüşü de primat merkezci önyargı görüşüne takılır.
Yani insanların, yakın akrabalarımızın davranışlarına bakarak; bunu bir adım öteye taşıdığı ve lisanı elde ettiği öne sürülür. Ancak kuyruksuz maymunlar da bu işleri yapma konusunda başarılıysalar, bir avuç kelime becerilerini nasıl attırabilirdi ki?
İnsan Dışında Dil Öğrenebilen Türler
Yukarıdaki gibi türler belki kelimeye ihtiyaç duymuyorlardı ama insan türü dışında dil öğrenebilen, yani kelimeler üretebilen, konuşabilen, işaret dilini öğrenebilen, dili anlayan türler de vardır. O halde dilin sadece insan türüne ait olmadığını söyleyebiliriz. Peki diğer türler de bunu yapabiliyorsa; neden doğada bir lisan üretmiyor, tek kelime etmiyor, işaret dili kullanmıyor ya da yaban hayatta neden bundan kendileri faydalanmıyorlar? Bu soruyu sormakta haklıyız; çünkü doğada olmasa da bunları başarabilen hayvan türleri var. Örneğin, Washoe ve Lana adlı iki şempanze işaret dilini öğrenmişlerdi. Hatta deniz aslanlarının bile bir lisan üretme yetenekleri geliştiremeseler de var olan bir lisanı anlama konusunda geliştikleri gösterildi.
Bir diğer örnek ise hepimizin aşina olduğu papağanlar. Papağanları konuşurken duymuş olabiliriz ama, Alex adlı papağan rastgele değil mantıklı konuşabiliyordu. Ne istediği sorulduğunda “Fıstık isterim.” diye cevap veriyor, altıya kadar sayabiliyor, yedi farklı rengi ayırt edebiliyordu. 7 Peki yaban hayatta neden bu türlerin böylesi bir beceriden neden faydalanmadıkları sorusuna dönersek; varyasyon bakımından sınırlı değişiklikler ve seçilim bakımından sınırlı değişiklikler kavramlarına bir göz atmamız gerekecek.
Varyasyon bakımından sınırlı değişiklikler ile; bir organizmanın lisan elde etmek için –örneğin konuşmak veya işaret dilini öğrenmek gibi– genetik olarak hazır olup olmadığı kastedilir. Seçilim bakımından sınırlı değişiklikler ise; canlıların hayatta kalmak için yaşadıkları çevrenin bir özelliği ortaya çıkarabilmek açısından uygunluğu anlamına gelir. Yani şempanzeler ve muhtemelen diğer kuyruksuz maymunlar, varyasyon olarak yani genetik bakımdan sınırlı olmasa da (–çoğu hayvan bunun için sınırlıdır–); seçilim bakımından, bir diğer ifadeyle; çevre, bu canlıları lisan elde etmeleri için zorlamamıştı. Peki o zaman şöyle bir soru sorabiliriz: Biz insan türünü, lisanı elde etmeye zorlayacak nasıl bir çevre ya da seçilim baskısı mevcuttu?
Niş İnşası Kuramı ve Lisanın Doğuşu
Aslına bakarsanız bizim türümüz, pek girilmemiş bir yoldan gitti. Bir organizmanın nerede yaşadığı kadar ne yaptığı da önemlidir; yani yaşam ortamı organizmanın “adresi“yken; niş ise “mesleği“dir. (Adem’in Dili, syf. 99, 108.). Örneğin sırtlan nişi; açık savanlarda yaşamaktan, et ile beslenmekten ve leşçillikten veya grup şeklinde avlanmaktan meydana gelir. Dolayısıyla niş, kendi içinde üç bileşen içerir; yaşam ortamı (habitat), beslenme şekli ve besini elde etmek için gereken yöntemler. Niş inşası kavramıyla, hayvanların yaşadıkları çevrede yaptıkları değişiklikler yapmaları ve bu değişikliklerin de hayvanların genetik varyasyonlarını seçilime maruz bırakması kastedilir. Yani aslında aralarında belirli bir geri bildirim süreci başlar, hem hayvan kendi nişini geliştirmiş ya da inşa etmiş olur; hem de niş, hayvanı değiştirmiş olur. Şimdi gelin, lisanın niş inşasından nasıl doğabileceğine bakalım.
Evrimsel süreçte, bizi, şempanzelerden ve bonobolardan ayıran özellik; genetik farklılıktan ziyade farklı nişlerdir ve dilin oluşumunu incelerken de bu niş farklılıklarını göz etmek daha doğru olacaktır. Bundan yaklaşık yedi ya da sekiz milyon yıl önce, şempanzelerle insan türünün ortak atasının yaşadığı dönemde, iklim değişmeye başladı ve o zamanlara kadar Orta Afrika’yı bir uçtan diğer uca ormanlar kaplıyordu. İklim değişmeye başladıktan sonra da Afrika kıtasının doğu kısmı giderek kurumaya başladı ve bu çoraklaşma süreci milyonlarca yıla yayıldı. Bu yeni ortamda Dünya sahnesinde yeni bir tür ortaya çıktı: Australopitekus’lar. Bu tür daha sonra Homo cinsinin yani içinde şu an yaşayan insan türünün de (Homo sapiens) atalarıdır.
Leşle Beslenme
Çelimsiz Australopitekus’ların yaşadıkları ortamda yer yer ağaçlık ve yer yer çayır olan bir arazide nadir meyve bulunuyordu. Dolayısıyla azı dişleri bulunmasa da bitkilerin köklerini yiyebiliyor; kuş yumurtası, kertenkele ve tırtıl gibi şeyler de tüketiyor, fırsat buldukça da küçük memelileri avlıyorlardı. Atalarımız, bu çorak alanlarda hayatta kalmak zorundaydı. Meyve ve yemiş bakımından kıt olan savanlar ve çelimsiz olan Australopitekus’ların bitki köklerini kemirebilecek büyük dişlere sahip olmamaları, tek yolun etçillik olduğuna işaret ediyor.
Atalarımız, avı boynundan yakalayacak keskin dişlere ya da bağırsakları kesecek kancalı pençelere sahip değildi, dolayısıyla tuzak kurarak avlanmaları zordu. Ayrıca çok iyi dayanma gücüne ya da kas gücüne sahip olmadıkları için de takip avcılığı yapmaları da zordu ve ellerinde mızrak gibi bir aletleri de yoktu. (Mızrak kullanmayı öğrenmemiz en fazla yarım milyon yıl öncesine kadar dayanır, bahsettiğimiz bu senaryolar iki buçuk milyon öncesinin olaylarıdır.) Dolayısıyla elimizde kalan tek strateji; leşlerle beslenmektir. Ancak ortamda akbaba ve sırtlan gibi leşlerle beslenen diğer hayvanlar olduğu için atalarımıza ancak leşlerin kemikleri kalıyordu.
Daha sonra; Australopitekus garhi ve onun ardılı Homo habilis‘in kullandıkları, taş aletler sayesinde kemikleri kırıp oldukça zengin ve besleyici bir gıda olan kemik iliği ile besleniyorlardı. Kemik iliği, besin içeriği olarak zengindi ancak çok miktarda bulunmuyordu, bu yüzen farklı bir strateji geliştirmek gerekiyordu. Bu strateji de megafauna (iri hayvanlar) ile beslenmek oldu. Çünkü mamutlar, gergedanlar, filler gibi megafaunalar öldükten sonra derileri çok kalın olduğundan; yırtıcı hayvanlar, derilerini hemen açamıyor ve ete ulaşamıyorlardı. Dolayısıyla da beslenmeleri için bir süre geçmesi gerekiyordu. Tam bu noktada; atalarımız, diğer hayvanlardan önce oraya varıp ellerindeki aletlerle bu canlılardan gerekli besini alabilirlerdi. Nitekim zaten böyle olduğunu kemik izlerine bakarak anlayabiliyoruz.
Yaklaşık iki milyon yıl öncesine kadar atalarımız kemiklere yırtıcı hayvanlardan sonra ulaşıyordu. Daha sonra yaklaşık iki milyon yıl öncesinden itibaren atalarımızın kemiklerde bıraktığı taş aletlerin kesik izleri altta kalmaya başladı ve bu da atalarımızın diğer hayvanlardan önce megafauna leşlerine ulaştığını göstermektedir. Bu durum ister istemez diğer leşçillerle rekabeti doğurdu ve diğer leşçillerin keskin diş ve pençelerine, atalarımızın karşı koyabileceği doğal bir savunmaları yoktu. Peki bu durumla atalarımız nasıl başa çıktı ve buradan lisan nasıl doğdu?
Yansımalı İletişim ve Lisanın İlk İşaretleri
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi türler kendi yaşadığı çevrede bir niş inşa eder ancak daha sonra çevre değişebilir ve türler hayatına mutlu mesut devam edebilmek için yeni bir niş inşa etmek zorundadır. Ancak niş inşasıyla gerçekleşen davranışlar fosilleşmez; dolayısıyla da kemiklerden, aletlerden, iklim, bitki örtüsü, arazi gibi faktörlerden canlıların davranışları ile alakalı bir çıkarım yapılabilir.
Şimdi gelin niş inşasının lisanın doğuşuna nasıl sebep olabileceğine dair bir senaryo düşünelim. Düşünün, sekiz kişilik bir grupsunuz ve bir ağacın gölgesinde oturuyorsunuz. Ancak günlerdir tavşan kadar küçük bir canlı, birkaç kertenkele ve birkaç meyve dışında boğazınızdan bir şey geçmedi. Ve diğer gruptan belki de arkadaşlarınızdan birisi bir buçuk kilometre ötede bir fil leşi gördü ve bu arkadaş size besinin yerini söylemek zorunda ancak bir diliniz yok, peki ne yapabilirsiniz?
Leşten bir et parçası koparıp size getiremez, çünkü diğer leşçiller arkadaşınızı öldürebilir. Herhangi bir koku izi de bırakamazsınız çünkü koku yetileriniz o kadar iyi değil. Daha önce de bahsettiğimiz gibi yansımalı iletişimi kullanabilirsiniz; yani hayvana ait olduğunu düşündüğünüz bir sesi, hareketi ya da dikkat çeken bir özelliğini taklit edebilirsiniz. Burada tam da ihtiyacınız olan şeyi yapıyorsunuz yani “adam toplama stratejisi”. Ne kadar “adam” toplarsak; o kadar iyi, çünkü bir kısmımız ellerindeki balta ve taşlarla diğer leşçilleri püskürtürken, diğerleri de ölü hayvanın etini almakla meşgul olacaklar. Ancak hayvanın tüm etini almıyoruz ki, biz kaçarken diğer leşçiller bizi takip etmesin (Adem’in Dili, syf. 175-179).
Ancak bu “adam toplama sinyalleri” ne kelime içeriyordu ne de kavram. Bu sinyaller yansımalı ve göstergesel sinyallerdi dolayısıyla hayvan iletişim sistemlerinden (HİS) farklı değildi. Ancak, kök lisanının doğabilmesi için sinyallerin kelimelere, kelimelerin de kavramları oluşturması gerekiyordu. Fakat, bu adam toplamaya ait sinyaller yer değişim niteliği barındırıyordu ve yavaş yavaş bu sinyaller belirli koşullar için beyinde bir temsil oluşturmaya başlar (Mamut sesi gibi) ve bu sinyallere başka sinyaller de eşlik edebilir (Çabuk!, Gel! gibi).
Ancak sinyaller ile koşullar arasındaki bağlantı koptuğu zaman bu sinyaller kelimelere benzer ve daha sonrasında kök lisana dönüşebilirdi. Lisana giden bu yolda anlatılan evrimsel senaryo; yaklaşık 2 milyon ila 1.6 milyon yıl önceye dayanıyor ve ilerleyen süreçte inşa ettiğimiz niş; bize lisanı kazandırdı, lisan da bize zekâmızı verdi.
(Bilimfili-Sezgin Mengi)