ABD Suriye'den çekilirse Türkiye'nin pozisyonu ne olacak? YPG ve Esad anlaşabilir mi?
Suriye Ulusal Koalisyonu Eski Başkanı Halid Hoca, Karar gazetesinde “Suriye: Devrimin Sonu mu?” başlıklı bir makale yayımladı.
Suriye Ulusal Koalisyonu Eski Başkanı Halid Hoca, Karar gazetesinde “Suriye: Devrimin Sonu mu?” başlıklı bir makale yayımladı. Halid Hoca makalesinde, Türkiye’nin Suriye’de güven ve istikrarı sağlamasının ancak tutarlı bir dış politikayla mümkün olacağını belirtti. Halid Hoca'nın makalesi şöyle:
Arap dünyasında 10 yıl önce başlayan ayaklanmaların bir halkası olarak Suriye’nin Deraa şehrinde 18 Mart 2011’de halk rejime karşı sokağa indi. Ayaklanma kısa sürede diğer şehirlere sıçradı. Türkiye’de oluşan Suriye siyasi muhalefeti ise ÖSO ile organik bağ kuramadan, Suriye Ulusal Konseyi ve daha sonra Suriye Ulusal Koalisyonu adı altında siyasi mücadeleye devam etti. 10 yıllık süre içerisinde Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) merkezli karşı devrim ekseninin “Arap dünyasındaki düzeni koruma” adına ayaklanmaları çevreleme çabalarına, Suriye’deki savaşta İran ile Rusya’nın rejime olan desteği eklenince 2015 yılından bu yana Suriye devrimi ivme kaybetmeye başladı.
Peki bu duruma nasıl gelindi? 2015 yılında Putin’e Suriye’de alan açan ve ABD’nin Afganistan’dan çekilmesiyle Biden döneminde ivme kazanan “arka koltuktan yönetme” stratejisini benimseyen Obama doktrini kapsamında ABD’nin Suriye’den de çekilmesiyle doğabilecek senaryolar neler?
Bu soruların yanıtına geçmeden önce, Suriye ayaklanmasındaki dönüm noktalarını hatırlayalım:
Sıkı bir istihbarat rejimine sahip olan ve Baas partisini kendi kontrolünde bulunduran 50 yıllık Esed hanedanlığı, Arap Baharı olarak adlandırılan onur devrimlerinin Suriye’ye de sıçramasıyla 6 ay gibi kısa sürede ülkenin kontrolünü kaybederek sahil kentleri ve başkent Şam bölgelerinde sıkıştı. Kuzey Doğu bölgesini PKK/YPG örgütüne teslim etmesine rağmen örgütten beklediği desteği alamayıp ayaklanmanın yayılmasına engel olamayan Esed yönetimi, Şebbiha ve Hizbullah gibi paramiliter milislere sığındı. Kimyasal silah dahil ülkedeki ayaklanmayı durdurmak için her türlü vahşete başvuran Esed, Şam’da muhacirin dağında barındığı saray da Özgür Suriye ordusu tarafından hedef alınmaya başlayınca çareyi Putin’e sığınmakta buldu. Putin’in iştahını kabartan bu durum, ABD’nin açtığı alanın da katkısı ile kaba güç gölgesinde Soçi diplomasisini başlattı. Ancak Suriye devriminin ivme kaybetmesinde her ne kadar Rusya ve İran etkili olsa da süreçte asıl ABD faktörü belirleyici oldu.
Obama, Suriye ayaklanmasında oluşan kırılganlığı, çoklu fırsata çevirme yoluna girerek yeni uluslararası ve bölgesel konjonktür için bir kaldıraç olarak kullandı.
2013 yılında Umman’da ABD ve İran heyetleri arasında gizli başlayan ve aylarca süren nükleer görüşmelerde İran’ın Suriye muhalefetinin itibarsızlaştırılması şartı, ABD Başkanı Obama tarafından Suriye muhalefetine karşı olumsuz demeçlerle karşılık buldu. Nükleer görüşmeler sürecinde de Obama, İran’a etki alanını Suriye dışında Irak, Yemen, Lübnan ve Körfez’e kadar genişletme fırsatı sağladı.
Yine 2013 yılı ağustos ayında Esed rejimi, Şam’ın Guta ilçesinde sarin gazıyla 1400 sivili katlettiğinde dönemin Dışişleri Bakanı John Kerry, Rus mevkidaşı Lavrov’la görüştükten sonra Rusya arabuluculuğunda kimyasal silahlarını teslim etmesi karşılığında Esed’e operasyon yapılmayacağını garanti etti. 2015 yılı eylül ayında Rusya’nın Suriye’yi işgaline kadar gidecek süreç Putin’e altın tepside sunulmuş oldu.
Suriye istihbarat başkanı Ali Memlük tarafından Şam’da bulunan Sidnaya hapishanesinden tahliye edilen El Kaide üyeleri ile eş zamanlı olarak ABD’li generaller, Buko ve Abu Garib hapishanelerinin kapılarını açarak daha sonra IŞİD’i kuran lider kadro ile birlikte yüzlerce militanın serbest kalmasına olanak sağladı.
Böylece Obama yönetimi, hem Suriye’deki özgürlük mücadelesini gölgeleyerek teröre karşı savaş algısı yarattı, hem de rejime karşı mücadele veren ÖSO yerine rejim ile sorunu olmayan YPG’yi teröre karşı savaşta müttefik olarak belirleyip örgütün elini güçlendirdi.
Ancak bütün bunlarla birlikte Suriye’yi sadece muhalefet üzerinden okumak yanlış olur. 10 yıllık süreç içerisinde, protesto yürüyüşlerinde atılan meşhur “halk rejimi düşürmek istiyor” sloganı aslında gerçekleşmiş durumda. Rejim tamamen çökmüş, ülke de-facto olarak bölünmüş, Esed’in ayaklanma süreci boyunca ipoteği altına almaya çalıştığı nusayri azınlık dahil Suriye halkı ile rejim arasındaki ip kopmuş vaziyette. Suriye’de bugün halkın temel ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz, yabancı güçler tarafından yönetilen başarısız bir devlet (Failed state) tablosuyla karşı karşıyayız. Bu da sadece Suriye’nin değil yakın gelecekte tüm bölgenin çökmesi riskini doğuruyor.
İSRAİL’LE NORMALLEŞME
Stratejisini hem İran’ın nüfuz alanını daraltma hem rejimleri koruma esası üzerine kuran karşı devrim ekseni, İsrail’e de hayat öpücüğü verdi. İsrail’e komşu Suriye, Lübnan ve kısmen Ürdün’de kırılganlıkların devam etmesi ile birlikte BAE, Bahreyn, Sudan ve Fas ile ilişiklerin normalleşmesi ve Suudi Arabistan’ın çevrelenmesiyle “Atlas okyanusundan Körfez’e kadar” diye tabir edilen Arap dünyasında İsrail’in son 10 yıl içinde düşman durumundan müttefik pozisyonuna geçmesi aslında en çok ülkenin kendisi için sürpriz oldu.
İsrail’in güvenliğini gözetme görevini devralan Putin ise Türkiye’nin kontrolündeki kuzeybatı bölgesinin rejim kontrolüne geçmesini sağlayarak Suriye’deki başarı hikayesini tamamlamak istiyor.
Putin, Soçi mutabakatını hiçe sayan ihlalleri karşısındaki Türkiye’nin alttan alan tutumundan cesaret bulup dün (29 Eylül) Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yaptığı zirve öncesinde İdlib ve Afrin’e karşı saldırılarını yoğunlaştırdı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Amerikan CBC televizyonuna verdiği mülakatta ABD’nin Afganistan’dan sonra Suriye ve Irak’tan da çekilmesi gerektiğini dile getirdi. Ancak ABD’nin Suriye’den çekilmesi Türkiye’nin hoşuna gitmeyecek senaryolar doğurabilir.
2011 yılı sonlarına doğru Suriye’nin kuzeyindeki şehirler birer birer düşerken, Türkiye’de PKK ile başlayan çözüm sürecinin gölgesinde YPG güçleri Suriye kuzeyindeki pozisyonlarını sağlamlaştırdı. Daha sonraları Türkiye Zeytin Dalı, Fırat Kalkanı ve Barış Pınarı operasyonlarında Suriye’de hareket alanı kazanmış olsa da aslında bu alanın akıbeti BMGK’nın iki büyük üyesi olan ve Suriye’de asıl oyun kuruculuğunu üstlenen ABD ve Rusya’nın zikzaklı ikili ilişkilerine bağlı. 2018 yılında ABD Başkanı Trump’ın IŞİD tehlikesini bertaraf ettikten sonra pratiğe yansımayan Suriye’den çekilme düşüncesi YPG’ye bir nevi “erken egzersiz” yapma fırsatı sağladı. Rejimle sık sık masaya oturan YPG aynı zamanda ABD aracılığıyla Türkiye ile görüşme kapılarını açık tutuyor.
ABD’NİN ÇEKİLMESİ SONRASI SENARYOLAR
ABD’nin Suriye’den çekilmesi halinde Soçi sürecinde garantör taraf olan Türkiye’nin önünde 3 muhtemel senaryo var:
1- Mevcut olan güvenlik temelli politikayı bir adım ileri götürüp YPG’ye karşı Suriye rejimi ile anlaşma sağlamak. Benzer bir adımla Türkiye Doğu Akdeniz’deki yalnızlığından kurtulmak için Sisi yönetimi ile istikşafî görüşmeler başlatmıştı. Sonrasında Türkiye’deki Mısır muhalefeti susturuldu ve bir zamanlar sürekli havaya kaldırılan Rabia işareti kayboldu. Bu adımın bütünleyicisi olarak BAE ile yumuşama sürecine girildi, sırada İsrail var. Türkiye’deki ana muhalefetin ve 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra iktidarda etkisini hissettiren Avrasyacı akımının temayülünü göz önünde bulundurursak iktidarın YPG/PKK tehdidine karşı Esed rejimi ile masaya oturma ihtimali mümkün gözükse de pratikte Türkiye’nin karşısında, İran’ın etkisi yüzünden YPG ile ilişkisini tehlikeye atması mümkün olmayan bir Suriye rejimi olacak. Bunun dışında Sisi ile yakınlaşma karşısında sessiz kalan Mısır muhalefetinin aksine Türkiye sınırında köşeye sıkışmış silahlı Suriye muhalefeti ve arkasındaki 5 milyon nüfusun tepkisi de hesaba katılmalı.
2- Mevcut statükoyu korumaya çalışmak. Bu senaryonun gerçeklik kazanması için Türkiye’nin, kendi kontrolü altındaki bölgelerde yerel yönetim anlayışını doğru uygulayıp bölgeyi, halk tarafından seçilmiş sivil yerel yönetimle istikrarlı hale getirmesi lazım. Hali hazırda Türkiye merkezli ve yerel silahlı örgütlerle iş tutan bölgesel yönetim, Suriye’nin kuzeybatısını bilinmeze sürüklüyor. Türkiye’nin çok aktörlü denklemde güçlü kalması, ancak Esed rejimine ve YPG’ye alternatif, Esed ile hiçbir şekilde barışmayacak yaklaşık 5 milyonun yaşadığı bölgede uzun süre tutunabilecek, temsil sıfatına haiz sivil yönetim modeli oluşturmasıyla mümkün olabilir. Kontrollü olarak geçici koruma statüsünde olan mültecilerin geri dönüşünü sağlayabilecek bu model Türkiye sınırında doğal olarak uzun vadede güvenli bölgenin oluşmasına yarayacaktır.
3- Türkiye’nin YPG ile anlaşma yoluna girip muhalif Suriye milli ordusu ile angaje etme. Bu, aslında ABD’nin hep dillendirdiği bir teklif. YPG içindeki Kandil hakimiyetini bertaraf etme önerisi ile birlikte de olsa bu teklif Türkiye tarafından şimdiye kadar kabul görmedi. Yeni bir çözüm süreci kapsamında tekrar dikkate alınması olası bu teklifin, iktidarın küçük ortağı MHP tarafından veto edilmesi kaçınılmaz gözüküyor.
Türkiye’nin Suriye’de güven ve istikrarı sağlaması ancak tutarlı bir dış politika ile mümkün olacağı gibi, bunun yerel aktörleri hesaba katmadan tek başına dış aktörlerle sürdürülen mutabakatlarla sağlanması gerçekçi bir yaklaşım değil. Rusya’nın kaba gücüyle dayattığı Soçi süreci yerine Suriyelilerin özgürlük taleplerini karşılayabilecek, BMGK kararları uyarınca başlayan Cenevre sürecine benzer, fakat Türkiye’nin Rusya’ya karşı alttan alan tutumu yerine yaptırım gücü olan bir süreç şüphesiz daha etkili olacaktır.
rap dünyasında 10 yıl önce başlayan ayaklanmaların bir halkası olarak Suriye’nin Deraa şehrinde 18 Mart 2011’de halk rejime karşı sokağa indi. Ayaklanma kısa sürede diğer şehirlere sıçradı. Türkiye’de oluşan Suriye siyasi muhalefeti ise ÖSO ile organik bağ kuramadan, Suriye Ulusal Konseyi ve daha sonra Suriye Ulusal Koalisyonu adı altında siyasi mücadeleye devam etti. 10 yıllık süre içerisinde Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) merkezli karşı devrim ekseninin “Arap dünyasındaki düzeni koruma” adına ayaklanmaları çevreleme çabalarına, Suriye’deki savaşta İran ile Rusya’nın rejime olan desteği eklenince 2015 yılından bu yana Suriye devrimi ivme kaybetmeye başladı.
Peki bu duruma nasıl gelindi? 2015 yılında Putin’e Suriye’de alan açan ve ABD’nin Afganistan’dan çekilmesiyle Biden döneminde ivme kazanan “arka koltuktan yönetme” stratejisini benimseyen Obama doktrini kapsamında ABD’nin Suriye’den de çekilmesiyle doğabilecek senaryolar neler?
Bu soruların yanıtına geçmeden önce, Suriye ayaklanmasındaki dönüm noktalarını hatırlayalım:
Sıkı bir istihbarat rejimine sahip olan ve Baas partisini kendi kontrolünde bulunduran 50 yıllık Esed hanedanlığı, Arap Baharı olarak adlandırılan onur devrimlerinin Suriye’ye de sıçramasıyla 6 ay gibi kısa sürede ülkenin kontrolünü kaybederek sahil kentleri ve başkent Şam bölgelerinde sıkıştı. Kuzey Doğu bölgesini PKK/YPG örgütüne teslim etmesine rağmen örgütten beklediği desteği alamayıp ayaklanmanın yayılmasına engel olamayan Esed yönetimi, Şebbiha ve Hizbullah gibi paramiliter milislere sığındı. Kimyasal silah dahil ülkedeki ayaklanmayı durdurmak için her türlü vahşete başvuran Esed, Şam’da muhacirin dağında barındığı saray da Özgür Suriye ordusu tarafından hedef alınmaya başlayınca çareyi Putin’e sığınmakta buldu. Putin’in iştahını kabartan bu durum, ABD’nin açtığı alanın da katkısı ile kaba güç gölgesinde Soçi diplomasisini başlattı. Ancak Suriye devriminin ivme kaybetmesinde her ne kadar Rusya ve İran etkili olsa da süreçte asıl ABD faktörü belirleyici oldu.
Obama, Suriye ayaklanmasında oluşan kırılganlığı, çoklu fırsata çevirme yoluna girerek yeni uluslararası ve bölgesel konjonktür için bir kaldıraç olarak kullandı.
2013 yılında Umman’da ABD ve İran heyetleri arasında gizli başlayan ve aylarca süren nükleer görüşmelerde İran’ın Suriye muhalefetinin itibarsızlaştırılması şartı, ABD Başkanı Obama tarafından Suriye muhalefetine karşı olumsuz demeçlerle karşılık buldu. Nükleer görüşmeler sürecinde de Obama, İran’a etki alanını Suriye dışında Irak, Yemen, Lübnan ve Körfez’e kadar genişletme fırsatı sağladı.
Yine 2013 yılı ağustos ayında Esed rejimi, Şam’ın Guta ilçesinde sarin gazıyla 1400 sivili katlettiğinde dönemin Dışişleri Bakanı John Kerry, Rus mevkidaşı Lavrov’la görüştükten sonra Rusya arabuluculuğunda kimyasal silahlarını teslim etmesi karşılığında Esed’e operasyon yapılmayacağını garanti etti. 2015 yılı eylül ayında Rusya’nın Suriye’yi işgaline kadar gidecek süreç Putin’e altın tepside sunulmuş oldu.
Suriye istihbarat başkanı Ali Memlük tarafından Şam’da bulunan Sidnaya hapishanesinden tahliye edilen El Kaide üyeleri ile eş zamanlı olarak ABD’li generaller, Buko ve Abu Garib hapishanelerinin kapılarını açarak daha sonra IŞİD’i kuran lider kadro ile birlikte yüzlerce militanın serbest kalmasına olanak sağladı.
Böylece Obama yönetimi, hem Suriye’deki özgürlük mücadelesini gölgeleyerek teröre karşı savaş algısı yarattı, hem de rejime karşı mücadele veren ÖSO yerine rejim ile sorunu olmayan YPG’yi teröre karşı savaşta müttefik olarak belirleyip örgütün elini güçlendirdi.
Ancak bütün bunlarla birlikte Suriye’yi sadece muhalefet üzerinden okumak yanlış olur. 10 yıllık süreç içerisinde, protesto yürüyüşlerinde atılan meşhur “halk rejimi düşürmek istiyor” sloganı aslında gerçekleşmiş durumda. Rejim tamamen çökmüş, ülke de-facto olarak bölünmüş, Esed’in ayaklanma süreci boyunca ipoteği altına almaya çalıştığı nusayri azınlık dahil Suriye halkı ile rejim arasındaki ip kopmuş vaziyette. Suriye’de bugün halkın temel ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz, yabancı güçler tarafından yönetilen başarısız bir devlet (Failed state) tablosuyla karşı karşıyayız. Bu da sadece Suriye’nin değil yakın gelecekte tüm bölgenin çökmesi riskini doğuruyor.
İSRAİL’LE NORMALLEŞME
Stratejisini hem İran’ın nüfuz alanını daraltma hem rejimleri koruma esası üzerine kuran karşı devrim ekseni, İsrail’e de hayat öpücüğü verdi. İsrail’e komşu Suriye, Lübnan ve kısmen Ürdün’de kırılganlıkların devam etmesi ile birlikte BAE, Bahreyn, Sudan ve Fas ile ilişiklerin normalleşmesi ve Suudi Arabistan’ın çevrelenmesiyle “Atlas okyanusundan Körfez’e kadar” diye tabir edilen Arap dünyasında İsrail’in son 10 yıl içinde düşman durumundan müttefik pozisyonuna geçmesi aslında en çok ülkenin kendisi için sürpriz oldu.
İsrail’in güvenliğini gözetme görevini devralan Putin ise Türkiye’nin kontrolündeki kuzeybatı bölgesinin rejim kontrolüne geçmesini sağlayarak Suriye’deki başarı hikayesini tamamlamak istiyor.
Putin, Soçi mutabakatını hiçe sayan ihlalleri karşısındaki Türkiye’nin alttan alan tutumundan cesaret bulup dün (29 Eylül) Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yaptığı zirve öncesinde İdlib ve Afrin’e karşı saldırılarını yoğunlaştırdı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Amerikan CBC televizyonuna verdiği mülakatta ABD’nin Afganistan’dan sonra Suriye ve Irak’tan da çekilmesi gerektiğini dile getirdi. Ancak ABD’nin Suriye’den çekilmesi Türkiye’nin hoşuna gitmeyecek senaryolar doğurabilir.
2011 yılı sonlarına doğru Suriye’nin kuzeyindeki şehirler birer birer düşerken, Türkiye’de PKK ile başlayan çözüm sürecinin gölgesinde YPG güçleri Suriye kuzeyindeki pozisyonlarını sağlamlaştırdı. Daha sonraları Türkiye Zeytin Dalı, Fırat Kalkanı ve Barış Pınarı operasyonlarında Suriye’de hareket alanı kazanmış olsa da aslında bu alanın akıbeti BMGK’nın iki büyük üyesi olan ve Suriye’de asıl oyun kuruculuğunu üstlenen ABD ve Rusya’nın zikzaklı ikili ilişkilerine bağlı. 2018 yılında ABD Başkanı Trump’ın IŞİD tehlikesini bertaraf ettikten sonra pratiğe yansımayan Suriye’den çekilme düşüncesi YPG’ye bir nevi “erken egzersiz” yapma fırsatı sağladı. Rejimle sık sık masaya oturan YPG aynı zamanda ABD aracılığıyla Türkiye ile görüşme kapılarını açık tutuyor.
ABD’NİN ÇEKİLMESİ SONRASI SENARYOLAR
ABD’nin Suriye’den çekilmesi halinde Soçi sürecinde garantör taraf olan Türkiye’nin önünde 3 muhtemel senaryo var:
1- Mevcut olan güvenlik temelli politikayı bir adım ileri götürüp YPG’ye karşı Suriye rejimi ile anlaşma sağlamak. Benzer bir adımla Türkiye Doğu Akdeniz’deki yalnızlığından kurtulmak için Sisi yönetimi ile istikşafî görüşmeler başlatmıştı. Sonrasında Türkiye’deki Mısır muhalefeti susturuldu ve bir zamanlar sürekli havaya kaldırılan Rabia işareti kayboldu. Bu adımın bütünleyicisi olarak BAE ile yumuşama sürecine girildi, sırada İsrail var. Türkiye’deki ana muhalefetin ve 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra iktidarda etkisini hissettiren Avrasyacı akımının temayülünü göz önünde bulundurursak iktidarın YPG/PKK tehdidine karşı Esed rejimi ile masaya oturma ihtimali mümkün gözükse de pratikte Türkiye’nin karşısında, İran’ın etkisi yüzünden YPG ile ilişkisini tehlikeye atması mümkün olmayan bir Suriye rejimi olacak. Bunun dışında Sisi ile yakınlaşma karşısında sessiz kalan Mısır muhalefetinin aksine Türkiye sınırında köşeye sıkışmış silahlı Suriye muhalefeti ve arkasındaki 5 milyon nüfusun tepkisi de hesaba katılmalı.
2- Mevcut statükoyu korumaya çalışmak. Bu senaryonun gerçeklik kazanması için Türkiye’nin, kendi kontrolü altındaki bölgelerde yerel yönetim anlayışını doğru uygulayıp bölgeyi, halk tarafından seçilmiş sivil yerel yönetimle istikrarlı hale getirmesi lazım. Hali hazırda Türkiye merkezli ve yerel silahlı örgütlerle iş tutan bölgesel yönetim, Suriye’nin kuzeybatısını bilinmeze sürüklüyor. Türkiye’nin çok aktörlü denklemde güçlü kalması, ancak Esed rejimine ve YPG’ye alternatif, Esed ile hiçbir şekilde barışmayacak yaklaşık 5 milyonun yaşadığı bölgede uzun süre tutunabilecek, temsil sıfatına haiz sivil yönetim modeli oluşturmasıyla mümkün olabilir. Kontrollü olarak geçici koruma statüsünde olan mültecilerin geri dönüşünü sağlayabilecek bu model Türkiye sınırında doğal olarak uzun vadede güvenli bölgenin oluşmasına yarayacaktır.
3- Türkiye’nin YPG ile anlaşma yoluna girip muhalif Suriye milli ordusu ile angaje etme. Bu, aslında ABD’nin hep dillendirdiği bir teklif. YPG içindeki Kandil hakimiyetini bertaraf etme önerisi ile birlikte de olsa bu teklif Türkiye tarafından şimdiye kadar kabul görmedi. Yeni bir çözüm süreci kapsamında tekrar dikkate alınması olası bu teklifin, iktidarın küçük ortağı MHP tarafından veto edilmesi kaçınılmaz gözüküyor.
Türkiye’nin Suriye’de güven ve istikrarı sağlaması ancak tutarlı bir dış politika ile mümkün olacağı gibi, bunun yerel aktörleri hesaba katmadan tek başına dış aktörlerle sürdürülen mutabakatlarla sağlanması gerçekçi bir yaklaşım değil. Rusya’nın kaba gücüyle dayattığı Soçi süreci yerine Suriyelilerin özgürlük taleplerini karşılayabilecek, BMGK kararları uyarınca başlayan Cenevre sürecine benzer, fakat Türkiye’nin Rusya’ya karşı alttan alan tutumu yerine yaptırım gücü olan bir süreç şüphesiz daha etkili olacaktır.
HALİD HOCA KİMDİR?
1965 Şam doğumlu olan Halid Hoca, Türkiye göçmeni olan ailesinin muhalif faaliyetleri sebebiyle 1980 ve 1982 yıllarında Hafız Esed döneminde iki kez tutuklandı ve bir buçuk yıl hapis yattı. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu olan Hoca, Suriye Halkıyla Dayanışma Platformu kurucu üyeliğinin yanı sıra, 2012-2015 yılları arasında Suriye Ulusal Meclisi ve Suriye Ulusal Koalisyonu Türkiye temsilcisi, 2015-2016 yılları arasında da Suriye Ulusal Koalisyonu Başkanı olarak görev yaptı.