'Erdoğan'ı savunduğum günler şimdi bana acı veriyor'
Jeremy Shapiro, Erdoğan'ı eleştirdi.
European Council on Foreign Relations'da bir makale kaleme alan Jeremy Shapiro, geçmişte Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı savunduğunu ancak bu sohbetleri hatırlamanın kendisine 'acı' verdiğini belirtti.
Yazının satırbaşları şöyle:
“Hadi canım, Erdoğan o kadar da kötü değil. Daha da önemlisi ülkenin demokratik olarak seçilmiş lideri, dolayısıyla onunla çalışmayı öğrenmemiz lazım.”
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2003 yılında ülkenin başına geçmesinden sonraki yıllarda, Türkiyeli arkadaşlarımla konuşurken sık sık kullandığım bir cümleydi bu. Ancak bu cümlenin dayandığı kusursuz demokratik mantık, arkadaşlarımı pek etkilemezdi.
Türkiyeli bağlantılarım, ki büyük çoğunluğu muhalefet cephesindendi, Erdoğan’dan ve temsil ettiği her şeyden nefret ederlerdi; daha da fenası ülkeyi islami bir otokrasiye dönüştürmek için, pek de gizlemediği bir planı olduğunu düşünürlerdi.
Onlara göre Türkiye’de sivil toplumu içeriden öyle büyük bir tehdit altındaydı ki, yabancı hükümetlerin Türkiye’ye yaklaşımlarını değiştirmeleri gerekiyordu. Erdoğan ile iş birliği yapmak, sadece ve sadece onun bir hükümdar olarak meşruiyet kazanmasına ve menfur planlarını işletmesine yardımcı olacak dış politikada zaferleri kazanmasına yarardı.
Obama yönetiminin içindeki pozisyonumdan baktığımda, bu hesabı anlamakta güçlük çekerdim. Aslında, dostlarımın nesnel olmadıklarını, kendilerini iç mücadelelere çok fazla kaptırmış oldukları için, büyük resmi göremediklerini düşünürdüm.
Amerika, Türkiye halkının bize vermiş olduğu liderle çalışmak ve onunla elden gelenin en iyisini yapmak zorundaydı. Amerika’nın ilk tercihi Erdoğan değildi ama demokrasi de böyle bir şeydi işte ve tercih yapmak da bize düşmezdi.
Amerika’nın resmi görüşüne göre, Erdoğanla çalışmayı reddetmek ve iç muhalefetle iş birliği yapmak, onu Batı’ya karşı tutum almaya zorlardı. Türkiye demokrasisi için Erdoğan’dan kaynaklanan tehdidi kontrol etmenin en iyi yolu, her sorunun suçunu üzerine atabileceği bir günah keçisi sağlamak değil, Demokrasi’nin biçimsel özelliklerine saygı göstermek ve Türkiye’nin başarılı olmasına yardım etmekti.
Ayrıca, Türkiye’nin güçlü bir sivil toplumu vardı ve Türkiye de çok sayıda başka iktidar odakları da bulunuyordu. Endişeli Türkleri böyle avutuyorduk. Erdoğan’ın en vahim aşırılıklarını kontrol etmekte, sivil toplum ve diğer iktidar odakları, Amerika’dan çok daha etkili olabilirlerdi.
Yıllar geçtikçe Amerikan hükümetinde görev alan çok kişinin Erdoğan ile ilgili görüşleri mayhoşlaştı, ama o noktada bile onunla çalışmak en iyi seçenek gibi görünüyordu. Amerika Birleşik devletleri zor bir bölgede, Irak savaşından Suriye’ye, IŞİD’ten, Ortadoğu Barış Sürecine, çok daha büyük sorunlarla uğraşıyordu.
Karşınıza hangi hükümet çıkarsa onunla çalışma geleneğinin, Amerika Birleşik Devleteri’nin tüm dünyadaki farklı iğrençlik seviyelerine sahip ortakları ile ilişkilerini belirleyen, uzun yıllara dayanan bir geçmişi vardı.
Bugün bu sohbetleri hatırlamak bana acı veriyor. Bunun sebebi sadece Erdoğan hakkındaki görüşlerimizde ve sivil toplumun onu kontrol edebileceği düşüncemizde yanılmış olmamız değil. Elbette yanılmıştık. Hem de göz göre göre...
Geriye baktığımızda, Amerikan hükümetinin de bu konuda nesnel olamadığını söyleyebiliriz. Biz de Türk - Amerikan ilişkilerinin eskisi gibi sürmesini istiyorduk ve Türkiyeli dostlarımıza inanmamak için bahaneler arıyorduk.
Bu arada Erdoğan ise Türkiye’yi tam da Türkiyeli muhaliflerin öngördüğü otokratik yöne taşıdı. Ve bu hükümetle çalışmak için Amerika’nın gösterdiği tüm çabalara rağmen, Türk - Amerikan ilişkileri çöpe gitti. Amerika artık resmen, 2016 Temmuz’undaki darbe girişiminden, Erdoğan’a sözde telekineziz ile suikast girişimine, Türkiye’de yolunda gitmeyen her ne varsa, suçu üzerine atılabilecek bir günah keçisine dönüşmüş durumda.
Ancak yaptığım analiz hatası nedeniyle ödediğim bedel tükürdüğümü yalamaktan ibaret değil. Tam aksine, kader bana Amerika Başkanı Donald Trump şahsında özel bir temsilci yollayarak, Amerikalıların Erdoğan ile ilgili saflıklarının, Türkiyeli muhalifleri ne kadar kızdırmış olabileceğini şahsen deneyimlememe olanak sağlayan bir oyun oynadı.
Bugünlerde, aralarında Türkiyelilerin de bulunduğu, çok sayıda yabancı dostum bana, aynı kibirli bakışları fırlatarak, aynı göstermelik ses tonuyla, Donald Trump Amerika’nın Başkanı, dolayısıyla onunla çalışmak zorundayız ve sen hiç merak etme, Amerikanın kurumları onu kontrol altında tutar, diyorlar.
Yabancı dostlarıma, Trump’ın Amerika’nın ittifaklarını muhafaza etmek gibi bir derdi olmadığını ve onların bu yöndeki arzularını, müzakerelerde onlara karşı kullanacağını anlatmaya çalışıyorum, ama nafile.
Tabii bu arada, Amerika ile iyi ilişkiler kurmaya çalışarak, Amerika’yı dünya meselelerinden soyutlanmış, izolasyonist ve otokratik bir yöne sevketme çabalarında Trump’a yardımcı olduklarından da yakınıyorum.
Genel olarak Trump’dan hoşlanmıyor ve kaygılarını dile getiriyorlar, Ancak Amerikan sivil toplumuna çok dokunaklı bir güven besliyor ve elden başka bir şey gelmeyeceğini söylüyorlar. Trump’ın mesela G7 zirvesindeki gibi, ya da Rusya Başkanı Vladimir Putin’le Helsinki’de yaptığı zirve toplantısındaki türden patlamaları, belli bir hayret ve dehşet uyandırıyor, tabii.
Sonra Amerikalı bir yetkili çıkıyor ve Trump Rusya’nın artık bir tehdit olmadığını söylerken kastettiği şeyin aslında Rusya’nın hala bir tehdit olduğunu açıklıyor. Ve Amerika’nın müttefikleri, herhalde bu tür açıklamalara inanmayı çok istediklerinden olacak, onlara inanmayı tercih ediyorlar.
Tüm bunlar maalesef çok tanıdık geliyor.
Yabancı ortakların bir müttefik kendi içinden nasıl bir hükümet çıkartırsa çıkartsın o hükümeti kabul etmek ve onunla çalışmak yönündeki ısrarlı arzuları uluslararası politikanın en değişmez yasalarından biri.
Söz konusu hükümet iktidara pek de demokratik sayılmayacak yöntemlerle gelmiş olsa da bu yasa değişmiyor. Hemen her zaman kendilerini ikna edecek bir öykü buluyorlar. Türkiye medyasının Amerika’yı zırt pırt Türkiye hükümetini devirmekle suçladığı şu dönemde bile, ortaya Amerikan-Türk ittifakının ne kadar önemli ve sağlam temellere sahip olduğunu vurgulayan Amerikalı yetkililer çıkabiliyor.
Ancak burada iktidardaki hükümetlerin, Türkiyeli liberaller veya Trump karşıtı Amerikalılar gibi yerli muhaliflerinin çıkartması gereken bir ders de var: Küreselleşmenin tüm vaatlerine rağmen, kozmopolitan politikalar bir yere kadar işliyor. Milliyetçilik çağında, iç problemleri çözmek için dış güçlere bakmak iyi bir fikir değil.
Yabancılar elbette bir şeylere etki edebilirler, ama onlar bir ülkenin iç siyasetinin parçası değiller. Onların başka çıkarları ve hedefleri var ve iç politikaya yapacakları etki her zaman tutarsızlıklar içerecek ve kuşkuyla karşılanacaktır. Sürdürülebilir bir iç dönüşüm veya hatta dış politikadaki ilişkilerin iyileştirilmesi için, nadiren etkin araçlar sunarlar.
Kader ne kadar acımasız olursa olsun, Erdoğan’ın iktidara geldiği ilk yıllarda Amerika Türkiye’nin iç siyasetine müdahale edebilir miydi? Elbette belli bir etkisi olurdu ama Amerika’nın o noktada Erdoğan’a direnç göstermesi Erdoğan’a zarar mı verirdi, yarar mı sağlardı düşünmek lazım.
Amerika’nın Ortadoğu’da oynamaya çalıştığı iç politika oyunlarına baktığımızda, bu tür müdahalenin durumu iyileştirebileceğine inanmak zor. Aynı şekilde, Amerikan halkını Trump’tan yüz çevirmeye ikna edecek olanlar da Amerikalı demokratlar.
Dolayısıyla, sanırım yabancı dostlarım haklı. Ama keşke, benim Türklere davrandığımdan daha az kibirli davranabilselerdi!