Milli Eğitim Bakanlığı pandemi 'sınavı'ndan kaldı
MEB sınav yapmakla, pandemi dönemindeki sosyal-eğitsel kayıpları telafi etmiş, yükümlülüklerinden kurtulmuş olmayacak; aksine özel okula gidenle kamu okuluna giden, eğitime erişenle erişmeyen öğrenciler arasındaki öğrenme farkını tescillemiş olacak.
Salı itibarıyla ana sınıfları, ilkokullar, 8. ve 12. sınıflar ile meslek liselerinin uygulama derslerinde yüz yüze eğitime geçilecek; ayrıca liselerdeki sınavlar da yüz yüze yapılacak. Dolayısıyla önümüzdeki günlerde önemli sayıda öğrenci, veli ve eğitim emekçisi büyük bir sosyal hareketlilik yaratacak.
BirGün'den Nejla Doğan'ın yazısına göre, diğer yandan son günlerde vaka sayıları da yeniden tırmanışa geçti. Aktif vaka sayısı artarken, MEB’in sınavları yapmak için okulları açıyor olması, süreçle ilgili zorunlu önlemlerin alınıp alınmadığı konusunu da gündeme getiriyor.
Ancak görünen o ki; ilk kapanmayı yaşadığımız 2020 Mart’ı ile bugün arasında önlemler açısından bir fark yok. Okulların hangi koşullarda açılacağı ya da kapanacağına dair kamuoyuyla paylaşılmış net bilimsel ölçütler de yok. Çünkü son bir yıldır tanıklık ettiğimiz üzere; MEB pandemi yönetiminde okulları açmaktan çok kapalı tutmayı ve sadece sınavlar için açmayı bir amaç haline getirdi. Bu nedenle Türkiye, pandemide okulları en uzun süre kapatan birkaç ülkeden biri oldu. Elbette bunun temel nedeni, okulların açılması için gerekli hazırlıkların bir maliyet hesabına indirgenmiş olması ve sürecin piyasa mantığıyla yönetilmesidir.
Bu mantığın bugün bizi getirdiği nokta; önceliği olmayan birçok sektör açıkken, binlerce kişilik yandaş düğünleri, cenazeleri yapılırken, iktidar kongreleri hız kesmeden gerçekleştirilirken, ilk gözden çıkarılanın yine eğitim olmasıdır. Üstelik bu süreçte MEB, pandeminin yarattığı olağanüstü koşulları da fırsat bilerek, “yük” olarak gördüğü sorumlulukların bir kısmını daha üzerinden atmış; kamusal eğitimin tasfiye sürecine hız kazandırmıştır. Öğrencilerin üçte birinin uzaktan eğitime hiçbir şekilde erişememiş olması, erişenlerin de bir süreklilik sağlayamaması, tam da bu tablonun sonucudur.
MEB topluma güven vermiyor
Uzaktan eğitimin tüm öğrencilere eşit bir biçimde ulaştırılması için ayrılmayan kaynaklar, yüz yüze eğitimin güvenli hale getirilmesi için de ayrılmadı. Ekim-Kasım aylarında kısa süreli ve kısmi olarak deneyimlediğimiz yüz yüze eğitim süreçlerinde gördük ki; okullar maske, dezenfektan, ateş ölçer ve diğer hijyen malzemelerini edinmek konusunda dahi kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kaldılar. Pandemiyle bir yılı geride bıraktığımız bugünlerde de koşullar farklı değil; 2 Mart'ta yüz yüze eğitime başlayacak okullara pandemi için ek bir ödenek aktarılmadı, öğretmen ve derslik sayısı artırılmadı, eğitim emekçileri henüz aşılanmadı.
Koşullar böyleyken, bir an önce yüz yüze eğitime geçilmesi beklentisinde olan öğrenci, veli ve eğitim emekçileri de sürece ilişkin endişe ve çekinceler yaşıyor. Diğer yandan sorun sadece okulların güvenli hale getirilmesiyle de çözülmüyor. Artık neredeyse hiçbir öğrencinin kendi mahallesinde, yürüme mesafesinde bir okula gidemediği düşünüldüğünde; yüz yüze eğitim, aynı zamanda milyonlarca öğrencinin okula gitmek için toplu taşıma kullanması, beslenme ihtiyaçlarını dışarıda gidermesi anlamına geliyor ki, MEB’in bunlara yönelik ürettiği bir çözüm de yok.
Sorun okulları açmaktan çok, okulların hangi koşullarda açılacağı ve açık tutma sürecinin nasıl devamlı hale getirileceğinde düğümleniyor. MEB bu bağlamda topluma güven verecek hiçbir hazırlık yapmadığı için, istemeyen ailelerin çocuklarını okula göndermeyeceğini vurgulayarak yine sorumluluğu üzerinden atıyor. Bu da Ekim-Kasım dönemindeki yüz yüze eğitim süreçlerinde yaşandığı gibi, birçok ailenin çocuklarını okula göndermekten kaçınmasına yol açıyor.
Oysa neredeyse bir yıldır okullarından uzak kalan öğrenciler öğrenme kayıpları bir yana, hem psikolojik hem de fizyolojik sağlıkları açısından olumsuz etkilendiler, belli yaş gruplarının sosyal gelişimleri belki de telafi edilmeyecek düzeyde geriledi. Ama daha da önemlisi, özellikle uzaktan eğitime erişemeyen ve okulla bağı kopan öğrencilerin büyük kısmı, pandemi koşullarıyla birleşen ekonomik kriz, ebeveyn işsizliği ve derin yoksullaşma nedeniyle çocuk işçi haline geldi.
Yine kız çocuklarının ev içi emek süreçlerinde daha çok sorumluluk üstlenmek zorunda kaldıkları, tamamen eve kapatıldıkları, evlendirilme, istismar gibi risklerle daha fazla karşı karşıya kaldıkları da raporlara yansıdı.
Dolayısıyla okulların kapalı tutulduğu, uzaktan eğitimin de erişilemez olduğu her gün, dezavantajlı öğrencilerin eğitim hayatından kopuşu da hızlanıyor. Öğrencilerin bu kadar önemli sorunları, kamunun da bu kadar büyük sorumluluğu varken, MEB’in okulları sınav odaklı değil, eğitim hakkının tüm öğrenciler için sürdürülebilir olması; öğrencilerin eğitim süreçlerinden doğan, okul ortamında bulunma, sosyalleşme, güvende hissetme, şiddetten kaçınma, zorla çalıştırılmadan kaçınma, rehberlik hizmeti alma vb. haklarını güvence altına almak için açması gerekiyor.
MEB’in temel görevi sınav değil eğitimdir
Toplumun da beklentisi, MEB’in asli görevlerine odaklanması; öğrencilerin son bir yılda yaşadıkları endişe ve kaygılara bir de sınav kaygısını eklememesi, öğrencileri yeniden okula kazandıracak, onları rehabilite edecek uygulamalara yönelmesidir. Son Veli-der anketi de gösterdi ki; velilerin yüzde 91,5’i, yapılacak sınavlara çocuklarını göndermek istemiyor, bu dönemin önceliğinin sınavlar olmadığını düşünüyor. Dolayısıyla MEB sınav yapmakla, pandemi dönemindeki sosyal-eğitsel kayıpları telafi etmiş, yükümlülüklerinden kurtulmuş olmayacak; aksine özel okula gidenle kamu okuluna giden, eğitime erişenle erişmeyen öğrenciler arasındaki öğrenme farkını tescillemiş olacak.
Öğrenci yararının ve ihtiyaçlarının tamamen dışlandığı bu tablonun sürdürülmesi, okul yaşamının özellikle yoksul çocuklar için ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Pandeminin birkaç yıl daha hayatımızı etkileyeceği, bu aşılama hızıyla salgının sönümlenmesinin de birkaç yılı bulacağı düşünülürse; önümüzdeki süreçte yüz yüze eğitimin daha fazla kesintiye uğramaması, okullarda uzun süreli kapanmaların yaşanmaması için MEB’in öğretmen ve derslik sayılarını bir an önce artırması, sınıf mevcutlarını seyreltmesi temel koşuldur.
Öğretmen atamaları 20 binli rakamlarla sınırlandığı, derslik sayısı artırılmadığı, okullara ek ödenek verilmediği, öğrencilerin ulaşım ve beslenme gibi temel ihtiyaçlarına çözüm üretilmediği, yaygın aşılamaya geçilmediği sürece, MEB’in güvenli koşullarda tüm kademelerde yüz yüze eğitime geçebilmesi olanaklı da değildir, gerçekçi de değildir. Tüm bu koşulları sağlamadan okulları açmak demek, yeni bir kapanma süreci için gerekçe yaratmak demektir.