Prof. Dr. Sinan Sönmez: Yoksulluk toplumsallaşıyor
Yoksulluk kişiden kişiye değişen göreceli bir kavram. Ancak artık halkın geniş kesimlerinin yoksullaştığı da bir gerçek.
Ülke halkı pandeminin de etkisi ile tarihinde hiç olmadığı kadar geniş ölçekte yoksullaşıyor. Fiyatlar hızla yükselip işsizlik artarken, halk geçim derdinde. Atılım Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sinan Sönmez’e göre, Türkiye’de zaten ekonomik açıdan kırılgan bir yapı var ve pandemi çarpıkları tüm boyutlarıyla ortaya çıkardı.
Sönmez, geniş halk katmanlarının yoksullaşması üzerine BirGün’ün sorularını yanıtladı.
► Yoksulluğu nasıl tanımlamalıyız? Son zamanlarda konuşulan mutlak ve göreli yoksulluk kavramlarından ne anlamalıyız?
Yoksulluğu dar kalıplara indirgeyerek tanımlamak ve yorumlamak hiç kuşkusuz doyurucu olmayacaktır. Nitekim ekonomik yazında yoksulluk çeşitli kategorilere ayrılarak tanımlanmaktadır. Gene de biz en basit ve bilinen yoksulluk tanım ve endekslerine bir göz atalım. Öncelikle vurgulanması gerekli bir nokta ise toplumun genel refah düzeyinin ve gelir bölüşümünün yoksulluk sınırının çizilmesinde belirleyici olmasıdır. Bu çerçevede “mutlak yoksulluk” ilk kategoriyi oluşturmaktadır. Bireyin ve ailesinin yaşamlarını sürdürebilmeleri için asgari düzeyde temel harcamaları hesaplanmakta, böylelikle yoksulluk eşiği ve sınırı belirlenmektedir. Bu eşiğin altında gelir elde eden kişiler/aileler mutlak yoksul kategorisine girmektedir. Özellikle gelişmekte olan ülkeleri gözlem altına alan Dünya Bankası 2015 yılından itibaren satın alma gücü paritesi cinsinden kişi başına günlük 1,90 ABD dolarını yoksulluk eşiği olarak belirlemiştir. “Göreli yoksulluk” ise tüm toplumun gelir düzeyinin dikkate alınarak ortanca gelire -yani toplumun yarısının altında diğer yarısının da üstünde gelir sahibi olduğu gelir düzeyi- bağlı olarak saptanmaktadır. Genelde ortanca gelirin yarısında azını elde edenlerin mutlak yoksul kategorisine girdikleri kabul edilmektedir. Avrupa Birliği için Eurostat eşiğini sosyal transferler sonrasında ortanca ulusal gelirin yüzde 60’ı olarak değerlendirmektedir. Bölgelere göre önemli farklılaşmanın olması bir yana, gelir bölüşümünün giderek bozulduğu, gelirin ve servetin belirli ellerde toplandığı bu kapitalist küresel düzende mutlak yoksulluk sınırının biraz üzerine çıkmanın çok da övgüye değer bir gelişme olduğu söylenemez. Türkiye’deki durumu ayrıca ele alalım.
► Halkın bu dönem pandeminin de etkisi ile tarihinde hiç olmadığı kadar yoksullaştığı değerlendiriliyor. Türkiye’de geniş bir yoksullaşma tablosu görüyor musunuz?
Yoksulluğun ülkemizdeki boyutlarını irdelemek için mevcut ekonomik tabloya bakmamız gerekiyor. Bu noktada kaçınılmaz olarak resmi istatiksel verileri kullanıyoruz ancak TÜİK artık şapkadan tavşan değil tavşan sürüsü çıkarmayı kararlılıkla sürdürdüğü için veri güvenirliği sorunlar yaratıyor. Bu hususu mutlaka vurgulamak istiyorum. Gene de hızla artan işsiz sayısını oranlara yansıtmaktan kaçınsa da, bizzat bu kurumun açıkladığı mutlak rakamlar işsizlik oranının son açıklandığı gibi yüzde 12,7 değil en azından yüzde 27 dolayında olduğunu gösteriyor. Kaldı ki, TÜİK verileri işgücüne katılma oranının Ekim 2020’de 12 ay öncesine göre 3 puan düşerek yüzde 50’ye gerilediğini, istihdam oranı da 2,3 puan düşerek yüzde 43,6 olarak gerçekleştiğini işaret etmektedir. Tabloya genç işsizler de eklenince ağır bir ekonomik ve sosyal sorun yumağı ortaya çıkıyor. Yeni istihdam olanağının ortadan kalkmasının yanı sıra hizmet sektörü başta olmak üzere iş yerlerinin kapanması sonucunda yeni işsizler sayısının hızla artması, buna karşın işten çıkarmanın kâğıt üzerinde durdurulması ve kısa çalışmanın devreye sokulması yoksulluğun yaygınlaşmasına ve yoğunlaşmasına yol açmıştır. Zaten ülkemizde emekçi kesimlerin asgari ücretin biraz üzerinde ortalama gelir elde etmesi sonucu olarak ortanca gelirin düşük kaldığı görülüyor. Yani deyim yerindeyse kıt kanaat veya boğaz tokluğuna geçinmeye çalışan emekçiler, emekliler, diğer alt gelir grupları ve mevcut işsizlere yeni işsizler ve asgari ücretin altında sembolik gelir aktarılan gruplar katılmıştır. Anlamlı bir gösterge olması açısından Türk-İş’in geçim koşullarını ortaya koyan geleneksel açlık ve yoksulluk araştırmasına göz atalım. 2020 Aralık ayında dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gerekli aylık gıda harcaması tutarı yani açlık sınırı 2 bin 589,94 TL, yoksulluk sınırı ise 8 bin 436,27 TL’dir. Bekâr bir çalışanın yaşam maliyeti ise aylık 3 bin 146,98 TL olmuştur. Net asgari ücretin 2021’in 2 bin 825,90 TL olarak belirlendiği dikkate alınırsa yoksulluğun ülkemizde başta işsizler olmak üzere geniş halk katmanlarını kapsadığını kolayca belirleyebiliyoruz.
► Fiyatlar hızla yükseliyor, halk geçim derdinde. İşsizlik, işyerlerinin kapanması, gelirlerde düşme söz konusu. Bu durum sürdürülebilir mi, yoksa Türkiye toplumsal çalkantılara gebe mi?
Ekonomik tablonun bu haliyle devamı zor gözüküyor. Tüm göstergeler olumsuz seyrediyor ve dışarıdan önce nefes aldıracak ve sonrasında canlanmayı sağlayacak sermaye girişi gerekiyor. Bu çözüm mü? Hayır! Sıcak para girişi başta olmak üzere dışarıdan sermaye girişine dayalı borç ve tüketime ve üretim yönünden de inşaat sektörüne dayalı bir ekonomik yapıda ortaya çıkan bir rant ekonomisi olunca doğal olarak ekonomik göstergeler de olumsuz seyreder, Merkez Bankası döviz rezervleri de tükenir, eksiye düşer ve ekonomik-finansal kırılganlık artar. Sonuçta bu tablonun sosyal plandaki yansımaları doğal olarak can yakıcıdır, sarsıcıdır. Toplumsal olayların belirme olasılığı ise bir başka boyutu işaret ediyor. Salt ekonomik olgularla açıklamak yetersiz olacaktır. Özellikle sosyal olguların siyasi platforma yansıması önem taşıyor. Türkiye’de bu konuda önemsenmesi gerekli bir eksiklik veya boşluk olduğunu düşünüyorum.
► Yoksullaşma sadece pandemi etkisi ile mi yoksa ekonominin yapısal sorunları olarak mı ortaya çıkıyor, gözleminiz nedir?
Pandeminin etkisi yadsınamaz. Zaten Dünya Bankası geçtiğimiz yılın Ekim ayında yayımladığı bir raporda (Poverty and Shared Prosperity Report) dünyada aşırı yoksulluk içinde olan 115 milyon kişiye pandemi nedeniyle 88 milyonun daha ekleneceğini öngörüyor. Yoksulluk oranının 2020 için yüzde 7,9’a indirileceği öngörülürken tam tersi bir gelişme ortaya çıkıyor. Ekonomik büyüme açısından da aynı doğrultuda olumsuz gelişme yaşandı. Bir önceki soruyu yanıtlarken vurguladığım üzere Türkiye’de zaten ekonomik açıdan kırılgan bir yapı vardı. Pandemi çarpıkları tüm boyutlarıyla ortaya çıkardı yani bir benzetmeyle “kral çıplak” hem de çırılçıplak, tabii ki seyredene değil, görene, görmesini bilene ve ders çıkarana.
► Türkiye’de gelir dağılımı adaletsizliği de bir gerçek. Herkes yoksul ve yoksullaşma eğiliminde değil. Gelir dağılımında makas daha da açılıyor mu? Bu konudaki veriler nedir, neler söylemek istersiniz?
Haklısınız, apaçık bir adaletsizlik var. Ülkemizde gelir bölüşümünde aşırı bir eşitsizlik mevcuttur. Mülkiyet biçimi temeli oluşturmakla birlikte özellikle rant ekonomisi koşullarında kısıtlı sayıda grupta aşırı bir servet birikimi gerçekleşmiştir. Rantların ekonomiye hakim olduğu bir düzende gelir bölüşümünde makasın açılması kaçınılmazdır. Üniversitelerdeki İktisat programlarındaki lisans derslerinin bir bölümünde bu nokta açıklanır, yani beklenmedik şaşırtıcı bir durum değil. Gelir bölüşümündeki eşitsizlik Türkiye’de kronik bir sorun. 1963’de uygulamaya konulan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda eşitsizliğin azaltılması veya giderilmesi planın ana hedefleri arasında yer alıyor. Aynı vurguya 2’nci, 3’üncü, 4’üncü planlarda yer verilmektedir. Dolayısıyla eşitsizlik hep var olmuştur. Ancak bir kez daha belirteyim; mevcut borç ve rant ekonomisinde gelir yığışması üst düzeye ulaşmıştır.