2 Temmuz'da gazeteciydi, katliamı anlattı: 7 saat boyunca taşladılar
2 Temmuz katliamının üzerinden yıllar geçti ama ne adalet arayışı yerini buldu, ne de acılar unutuldu.
2 Temmuz 1993 tarihinde, Sivas’ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilmiş olan Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli’nin etrafı bir grup tarafından sarıldı. Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Metin Altıok ve Hasret Gültekin’in de aralarında bulunduğu 35 kişi yanarak veya dumandan boğularak yaşamını yitirdi. 51 kişi katliamdan kendi çabalarıyla kurtulabildi.
Madımak katliamından sağ çıkabilen isimlerden birisi o günlerde Panorama Dergisi’ne foto-muhabirlik yapan Mehtap Yücel’di. Yücel şimdilerde Ankara’da yaşıyor ve avukatlık yapıyor. Gazete Duvar'dan Filiz Gazi Mehtap Yücel’le 2 Temmuz’u konuştu.
Filiz Gazi söyleşisi şöyle;
HASRET GÜLTEKİN ‘ENDİŞE EDİYORUM’ DEMİŞTİ
Saat kaçta varmıştınız otele?
Sabah otele doğrudan geldim. Ben aslında şenliklere değil de Alevi inancında yapılan cemlere katılmak, fotoğraf çekmek, röportaj yapmak için gelmiştim. Panorama Dergisi’nde, foto-röportajlar yapıyordum. Saat 11:00 gibi Hasret Gültekin’le birlikte yemeğe çıktık. O sırada yürüyüşler başlamıştı. Hasret Gültekin şenlik boyunca hep orada olduğu için, havayı kokladığı için kaygılıydı. Genç bir gazeteciydim, öngörülerim zayıftı. “Bağırır, çağırırlar giderler” dedim. Hasret Gültekin, “Mehtap, öyle olmayacak. Bu sefer çok ciddi. Endişe ediyorum” demişti bana.
Sonra…
Sonra otele girdik. Akşama kadar da çıkamadık.
Tekrar hatırlatacağım o günü. Özür dilerim. Neler yaşandı o saatler boyunca? Saldırılar nasıl başladı?
Hiç önemli değil. Bütün gün taşlandık. Sadece ezan okunduğunda duruyorlardı. İlk otelin önünde kalabalık toplanmaya başladığında ben caddeye bakan pencere kenarından fotoğraf çekmek istedim. Ön odalar boşaltılmıştı. “Aman Mehtap, daha çok taşlanmamıza neden olur” dediler, engellediler. Hatta bir iki kare bastım deklanşöre, o fotoğraflar makinemden kaynaklı teknik arızaya kurban gitti.
‘PANİĞİ ARTIRDIĞIMI FARK ETTİM FOTOĞRAF ÇEKMEYİ BIRAKTIM’
Fotoğraf çekmeyi bırakıp bırakmama tereddütü yaşadınız mı?
Otelde olaylar başlayınca, çocukları, gençleri en üst kata yerleştirmiştik. Çok kaygılıydılar. Çekmek istedim, kızdılar. “Görmüyor musun, ne yaşıyoruz, ne çekiyorsun” dediler. Paniği ve kaygıyı artırdığımı fark ettim. O andan sonra fotoğraf çekmeyi bıraktım.
O çocuklar kurtulabildi mi?
Maalesef çoğunu kaybettik. Çocuklar vardı. Şenlikte folklor ekibindeydiler. Daha çok ölenler gençlerimizdi. Hep üst katta oldukları için, hem de daha çok panikledikleri için. Bazı aileler üç çocuğunu kaybetti.
Devlet Madımak Katliamı'na seyirci kaldı!
Fotoğraf çekmeyi bıraktınız. Sonra?
Ön taraflar boşaltılınca koridorlarda oturmaya başladık. Başlarda sürekli dışarıyla bağlantı kuruldu. İyi haberler geliyordu. Tamam, Kayseri’den askeri birlik geliyor. Yok şuradan şu geliyor, polis kontrol altına alacak, kaygılanmaya gerek yok gibi. Gazetede arkadaşlar “İçişleri Bakanlığı’yla görüştük, ‘Durum kontrol altında diyorlar Mehtap”’ dediler bana. Ben de dedim ki, hayır bizi burada öldürecekler. Zor durumdayız, bizi linç edecekler.
‘SİZ ÇIKIN, AZİZ NESİN KALSIN TEKLİFİ YAPILDI’
Yine de yardım geleceğini düşünüyordunuz?
Evet. Sanki… İlk başlarda dendi ki, “Siz çıkın Aziz Nesin kalsın.”
Kimden geldi bu teklif?
Şu anda tam hatırlamıyorum. Sanıyorum valilikten de böyle bir tavsiye gelmişti. Konuştuk, ortak karar alındı. “Aziz Nesin’i bırakıp, hiçbir yere gitmeyeceğiz” dedik.
İçeride bağlantı kurulan devlet yetkilileri olmadı mı, yardım istediğiniz?
Akşam üzeri Aziz Nesin’le Erdal İnönü’nün telefon konuşmalarını rastlantı sonucu duydum. Panaroma Dergisi’yle sürekli konuşuyordum. O konuşmalardan birinde Aziz Nesin’in Erdal İnönü’ye dışarıdaki sesleri dinlettiğine tanık oldum. Ondan sonra hatlar tamamen kesildi. Son konuşmamızdı o dakikalar.
‘KARAMOLLAOĞLU BİZİ YARALADI AMA ŞİMDİ FARKLI BİR DİL KULLANIYOR’
O tarihte, Sivas Belediye Başkanı olan Temel Karamollaoğlu’nu hatırlıyor musunuz?
Evet, hatırlıyorum. Temel Karamollaoğlu ikindi ezanından önce mi ne, bir konuşma yaptı. O konuşmayı tam bire bir hatırlamıyorum ama meali şuydu benim hafızamda kalan: Yeteri kadar tepkinizi gösterdiniz, artık tamam, yeter. Buradan dağılalım.
Sonra gitti mi?
Bilmiyorum. Zaten dışarıdan sesleri duyuyorduk. Haberleşme ağımız da kopuk olduğu için.
Bu soruya lüzum var mı emin değilim. Yine de soruyorum. Temel Karamollaoğlu, yakınlarda da siyaseten yüzünü gördüğümüz bir isim. Bir hissiniz var mı bu isme?
Sorabilirsiniz tabi. Linç yapan grubu anlayan, hoş gören tarzda bir dil kullandı. Bizi yaraladı ama şimdi siyasete yeniden girdiği bu dönemde amacını farklı anlatıyor. Şu anki siyasette demokratik ayaklardan birini oluşturuyor. Kalp kırıklığıyla da olsa şu anki beyanına itibar etmeyi düşünüyorum. Niyetim şuydu diyor o dönem için ama “Cehenneme giden yollar, iyi niyet taşlarıyla döşenir” lafını da çok doğrulayan bir tarafı var. Niyeti kalabalığı babacan bir şekilde dağıtmaktı. Bunun iyi bir şey olduğuna inanıyorlar. Halbuki orada yapılması gereken, Valilik, İçişleri Bakanlığı yani devletin kurumlarının belli bir güç kullanarak harekete geçmesi ve olayın önünü kesmesi gerekiyordu.
‘TAŞLAMAYI SADECE EZAN OKURKEN BIRAKTILAR’
Sabah otele girdim dediniz. Kaç saat sürdü taşlama?
Yedi saat. Yedi saat taşlandık. Sürekli kalabalık arttı. Dediğim gibi sadece ezan okunurken durdular. Sürekli dışarı çıkmanın yollarını aradık. Sadece önden çıkışımız olduğunu düşünüyorduk. Arkada saclarla kapatılmış camlar vardı. Önden çıkarsak linç edileceğimizi düşünüyorduk, yakılacağımızı düşünmüyorduk. Konuşmalarımızdan hatırlıyorum, dumanlara boğulduğumuz ana kadar kimsenin aklımıza gelmedi. Bizi çıkarmaya çalışacaklar ve o çıkış esnasında linç edileceğiz diye düşünüyorduk. Size ilginç bir hikaye anlatabilir miyim?
‘BABAM DA, 1969’DA KAYSERİ’DE YAKILMAKTAN KURTULMUŞTU’
Evet, tabii. Dinliyorum Mehtap Hanım.
Benim babam öğretmendi. Şimdi emekli oldu tabi… 1969 yılında, Kayseri’de Alemdar Sineması yakılmaya çalışılmıştı. Sinemada TÖS (Tüm Öğretmenler Sendikası) toplantısı yapılıyordu. 800’e yakın insan vardı içeride. Fakir Baykurt’un katıldığı bir toplantıda içeride Kuran yakılıyor denilip, halk galeyana getirilmişti. Babam da oradaydı ve yangından kurtuldu. Aynı Sivas’ta yaşadığım gibi… Sinemanın etrafı sarılıyor. Onların kurtulmasına sebep olan sinemanın içinde tekstilin olmaması ve askerin sinemanın önünde set oluşturması. Askerler kurtarmıştı.
Babanızı yaşamış. Siz de aynı şeyi yaşamışsınız. Tesadüf diyemeyiz. “Linç toplumu” tanımı akla geliyor. Neredeyse gelenek haline gelmiş. Değişen bir şey yok.
Evet. Ankara’nın medar-ı iftiharı vardır, bilirsiniz. Tanıl Bora. Onun cümlesini sizin için not aldım: “Linç, en aşikâr medeniyet kaybıdır. Linçin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infiâl uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitirir.” Kolektif utanç duyma, mahcup olma bu toplumda yok.
‘YARDIM İSTEDİM, ‘YAN, KOMÜNİST’ DİYEREK BENİ GERİ İTTİ’
Tekrar o güne dönersek… Siz bildiğim kadarıyla üst katlara çıkamadınız. Ne kadar yukarı kaçılabilirse kurtulma olasılığı artar gibi bir şey de var. Madımak’ta tam aksi olmuş. Siz üst kata çıkmadığınız için kurtulmuşsunuz.
Evet. Sanıyorum otelden en son çıkan benim. Havalandırma boşluğundan çıktım. Benim arkamdan kimse çıkmadı. Elektrikler kesilmişti, içerisi karanlıktı. Arkadaki odaların pencerelerinde saclar vardı. Orası bir havalandırma boşluğuna bakıyormuş. Biz oraları kör noktalar zannediyorduk. Dışarı çıkışın olmadığını düşünüyorduk.
İlkin merdivenlerde, karanlıkta ele ele tutuştuk. Elektrikler gitmişti, karanlıktı. İkinci kattaydık sanırım. Merdivenlerden inmeye başladık. Birinci kata geldiğimizde, “Yukarı çıkın!” sesini duyduğumu hatırlıyorum. Sonra insanlar hızla yukarıya doğru çıkmaya başladı. Kenara çekildim. Merdiven başındaydım. Ben tekrar aşağı doğru inmeye çalışırken alevler gelmeye başladı. Sonra duman kapladı her tarafı. Dumandan kaynaklı zaten hiçbir şey görmüyordum. Sonra sesler kesildi. Yalnız kaldığımı düşündüm. Elimle duvarları yoklayarak yürümeye çalıştım. Duvarlar çok ısınmıştı. Üst kata çıkma yolunu aramaya çalıştım ama üstten de alevler gelmeye başladı. Alt kata inemiyorum, üst kata çıkamıyorum. Her taraf duman. Ben orada, “Bitti” dedim. Çaresizlik içinde olduğum yere oturdum. Sonra sanıyorum arka odalardan birinin kapısı açıldı. O yangın yerinin ısısına göre yüzüme serin bir hava çarptı. O tarafa doğru bilinçsizce yürüdüm. Kapıyı buldum. Kapıyı açtığımda kör nokta sandığım yerdeki sacın yıkılmış olduğunu gördüm. Pencereden o saca doğru indim. Son kalan bendim. Bir kaç kişi pencerelerden geçmişti. Orası Büyük Birlik Partisi’ne açılan pencereymiş. Pencerede genç bir adam vardı. Yardım istedim. Beni tekrar geri itti.
Yangın yerine doğru itti?
Evet. Elini tuttum, bırakmadım. Öleceğiz, yanacağız dedim. “Git, yan. Komünist” falan diye şeyler söyledi. Daha sonra Büyük Birlik Partisi İl Başkanı olduğunu öğrendiğim yaşlıca bir bey geldi. Onu azarlayarak, kenara itti. “Gel kızım” diyerek elimden tutup, çekti beni. İçeri girdiğimde bir çok insanın orada oturarak beklediğini gördüm.
Size yardımcı olan beyefendiyle sonra karşılaştınız mı?
Yok, hiç karşılaşmadım.
‘ALT KATTAKİLER YANARAK ÖLDÜ, ÜST KATTAKİLER ZEHİRLENEREK’
Üst katlara çıkanlar?
Sesler kesilmişti. Üst kata çıkanları kurtulmuştur zannediyordum. Benim kurtulma anlarımda binada sessizlik vardı. Onlar çıkabildikleri için sesleri kesildi zannettim. At kattakiler yanarak öldü. Üst kattakiler karbonmonoksit zehirlenmesiyle hayatlarını kaybettiler.
Pencereden geçtikten sonra ne oldu?
İçeride insanlar vardı. Yerlere oturup, sessizce beklememiz istendi. Orada olduğumuz fark edilmesin diye. Bekledik. Sonra bir otobüsle Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldük ama ben o dönemi hayal meyal hatırlıyorum, o arayı çok hatırlamıyorum. O aralar silik.
Emniyet’te ne soruldu, ne yapıldı hatırlamıyor musunuz?
O kısmı hatırlıyorum. Nasıl gittiğimizi tam hatırlamıyorum. Otobüsle oraya taşınmıştık zaten. Bizi kurtardılar diyemem. Emniyet’te en üst kata çıkardılar. Bizi oraya bıraktılar ve ertesi güne kadar orada bekledik. Bir tek televizyon vardı. Hiç bilgi vermediler. Biz kayıplarımızı televizyonda haberlerden gördük.
Kimler vardı orada?
Hatırladığım kadarıyla Arif Sağ, yazar Zerrin Taşpınar, Pir Sultan Abdal Derneği Başkanı vardı. (…)
(Mehtap hanım düşünmeye devam ederken diğer soruya geçtim)
‘OLAYDAN SONRA SİVAS’A HİÇ GİTMEDİM, GİTMEYİ DÜŞÜNMÜYORUM’
Bu olaydan sonra Sivas’a gittiniz mi?
Hiç gitmedim. Sadece bir sonraki sene Hasret Gültekin’in köyüne gittim. Ailesiyle mezarlık ziyareti için. Sivas’a hiç gitmedim.
Bir gün gitmeyi düşünüyor musunuz?
Hayır.
Babanızın hikayesini anlattınız. Bir de Türkiye gerçekliği var. Az önce Tanıl Bora’dan alıntı yaparak anlattınız. Ara ara Suriyeliler için linç girişimleri olduğu söylentileri duyuluyor. Sürekli bir öteki bulunuyor. Şimdilerde memleketi nasıl görüyorsunuz?
Tanıl Bora’nın söylediklerini kıymetli buluyorum. Kolektif utanç duyma, mahcup olma… Bu toplumda böyle ortak davranışlar yok. Şimdi hala toplum linç yapanı anlamaya çalışıyor. Linç gerekçelendiriliyor. Hala, insanlara neden o linçin yapıldığını anlatmaya çalışıyorlar. İktidarıyla, medyasıyla, devlet yapılarıyla… Gerekçesi olabilirmiş gibi. Hatta o güruha liderlik edenler alkışlanıyor. Devlet hala bu kanalı kullanıyor. Hala mazlum kendini anlatmak durumunda kalıyor. Maalesef…
‘ANNEM GAR KATLİAMINDAN KURTULDU’
Bugünü nasıl görüyorsunuz diye sordum. Babanızın hikayesini de anlattınız. Çok şeyi özetliyor aslında.
Evet. Kişisel tarihimden örnek verdim. Annem de Ankara, Gar katliamından kurtuldu.
Nasıl?
Evet. Annem oradaydı. Annemin önünde oldu patlama. CHP’nin sloganıyla konuşuyor gibi olacağım ama sadece “Hak, hukuk, adalet, barış” dediğimiz, o duruşla mücadele ettiğimiz için bizim başımıza geliyor. Ailece son derece barışçıl insanlarız.
Bunu söylemenize bile gerek yok aslında.
Evet. Yine de söyledim.
Yarın, Madımak katliamının yıldönümü. (Not: Mehtap hanımla röportajı 1 Temmuz’da telefonla yaptık) Velev ki o gün sizi taşlayan, yakanlardan biri bu röportajı okuyor. Ne söylemek istersiniz?
Sözümü tek tek insanlar değil de sisteme söylemek isterim. Çok kullanılan “Birlik olma” var ya… O birlik olmayı, birlikte yaşamak olarak kullanmak lazım. Birlikte yaşamayı örgütlemek, öğrenmemiz gerek. Tahammül ve hoşgörü deniliyor. Bu tepeden bakışı ortadan kaldıralım. Kimse kimseye hoşgörmüyor, kimse kimseye tahammül göstermiyor. Dil bu anlayış üzerinden kurulmamalı. “Lütfen, sen konuş, ben dinleyeceğim” denilmiyor. Dünya bugün, “Hangi sistemde, hangi rejimde farklılıklar bir arada yaşatılabilir?”i konuşuyor, tartışıyor. Bu sorulara yanıt bulmamız, çözüm bulmamız gerekiyor. Bizi neden linç ettiler? Neden? Hala merak ediyorum ve üstelik yakarak…