Yılmaz Özdil: Merkez Bankası tartışmalarına bu çerçevede bakmakta fayda var...
Sözcü yazarı Yılmaz Özdil, "128 milyar dolar nerede?" sorusunu köşesine taşıdı. Özdil, "Nerde bu para diye soruluyor. Soranlara kızıyorlar iyi mi!" diye yazdı.
Sözcü yazarı Yılmaz Özdil, "128 milyar dolar nerede?" sorusunu köşesine taşıdı. Özdil, "Nerde bu para diye soruluyor. Soranlara kızıyorlar iyi mi!" diye yazdı.
Özdil'in bugünkü yazısı şöyle:
1973 yılıydı.
İsveç'te her zamanki gibi yine sakin bir gündü.
Jan Erik Olsson adındaki soyguncu, Stockholm'ün en kalabalık muhitinde yeralan banka şubesine girdi, 32 yaşındaydı, 16 yaşından beri sabıkalıydı, deri ceketinin içine sakladığı hafif makineli tüfeği ve dinamit lokumlarını çıkardı, “hepiniz yere yatın, parti başlıyor” diye bağırarak, tavana ateş etti.
Üçü kadın dört banka çalışanını rehin aldı, müşterilerin kaçmasına izin verdi, rehineleri kiralık kasaların olduğu bölüme götürdü.
Çalışanlardan biri o kaos anında sessiz alarm düğmesine basmayı başarmıştı, üç dakika sonra polis ekipleri geldi, silahlarını çekerek ana kapıdan girmeye çalıştılar, soyguncu ateş açtı, polislerden biri elinden yaralandı, geri çekildiler.
Polisle soyguncu arasında kasa bölümündeki telefon üzerinden irtibat kuruldu, “üç milyon İsveç Kronu, kapının önüne süratli bir otomobil, iki çelik yelek, iki çelik kask istiyorum, bir şartım daha var, şu an hapiste bulunan Clark Olofsonn'un da serbest bırakılarak, buraya yanıma getirilmesini istiyorum” dedi.
Jan'la Clark ıslahevinden arkadaştılar.
Clark, bir başka banka soygunundan yakalanmış, mahkum olmuştu.
Mesele başbakana iletildi.
Başbakan Olof Palme'ydi.
Kurtarma operasyonu için zaman kazanmak üzere, soyguncunun şartlarını kısmen kabul etmeye karar verdiler.
Clark'ı hapishaneden çıkarıp, bankaya getirdiler, içeri girdi.
Kapının önüne Ford Mustang spor otomobil getirdiler.
Yine kapının önüne, içinde 1.5 milyon İsveç Kronu bulunan çanta bıraktılar.
Jan'la yine telefon irtibatı kurdular.
Soyguncu yine şart koştu, “polis kuşatmasını kaldırın, iki rehineyi serbest bırakacağım, iki rehineyi yanımıza alıp gideceğiz, izimizi kaybettirdiğimize inandığım zaman, rehineleri bırakacağım, yoksa rehinelerle birlikte bankayı havaya uçuracağım” dedi.
Polis düşünelim filan dedi, kuşatmayı kaldırmadı.
Gece öyle geçti.
Ertesi sabah, soyguncu başbakanla görüşmek istedi.
Başbakanı telefona bağladılar.
“Polise emir ver, kuşatmayı kaldırsınlar” dedi.
Ve, sürpriz şekilde telefonu rehine kadınlardan birine verdi.
Başbakan duyduklarına çok şaşırdı.
Çünkü, rehine kadının ses tonunda korkudan eser yoktu, aksine, başbakana yönelik öfke vardı.
“Jan'a karşı davranışınızdan hayal kırıklığına uğradık, niye polisleri geri çekmiyorsunuz, Jan kimseye zarar vermedi, onu tamamen serbest bırakmanız gerekmiyor mu?” diye hesap soruyordu!
Basın olay yerine yığılmıştı.
İsveç'te herkes bu meseleyi konuşuyordu.
Soyguncu, Dagens Nyheter gazetesine telefon etti.
Polisin tutumunu şikayet etti!
Telefonu bir başka kadın rehineye verdi.
Kadın rehine gazeteye dert yandı, “kurtulma şansımız var ama başbakanın ve polisin katı tutumu Jan'ı çaresiz bırakıyor” dedi!
Gazete bu görüşmeyi manşet yaptı.
Tartışma başladı.
Birçok kişi soyguncuyu savunuyor, polisi suçluyordu!
İki gün geçti.
Üç gün geçti.
Altı gün geçti, durum kilitlenmişti.
Polis operasyon başlattı, özel harekat içeri girdi, soyguncular ve rehineler kasa bölümünde sıkıştırıldı, kasa bölümünün tavanına delik açıldı, “yemeklerinizi artık kapıya bırakmayacağız, buradan vereceğiz” denildi.
Soyguncular planı anlamıştı.
Tavandaki delikten bayıltıcı gaz sıkacaklardı.
Kadın rehinelerden birinin boynuna ip bağladılar, ayakları yere değecek şekilde tavana astılar, “kadının ayakları yere değdiği için ölüm tehlikesi yok, ama içeriye gaz sıkarsanız bayılır, yere yığılacağı için boğularak ölür, rehinenin katili siz olursunuz” diye bağırdılar.
Havanın kararması beklendi.
Polis gazı bastı.
Gaz maskeli özel harekatçılar tavandan daldı.
Soyguncular teslim oldu, rehineler sağ salim kurtarıldı.
Gel gör ki… Polisler gaz bulutuyla içeri dalarken, rehineler soyguncuların önüne siper oldu, “ateş etmeyin” diye bağırıyorlar, soyguncular vurulmasın diye kendi vücutlarını kalkan yapıyorlardı.
Jan Erik Olsson'a on yıl hapis cezası verildi.
Clark Olofsonn ise, mevcut mahkumiyetine bir yıl hapis ilave edilerek, yeniden cezaevine gönderildi.
Tuhaflıklar devam etti…
Rehineler kendi aralarında para topladılar, soyguncuların mahkeme masraflarını karşılamaya destek oldular.
Soyguncular lehine ifade vererek, daha az ceza almalarını sağladılar.
Gazetelere röportajlar verdiler, aslında pek çok defa kaçma fırsatları olduğu halde kaçmadıklarını, çünkü kendilerini tehlikede hissetmediklerini, soyguncuların kötü niyetli olmadığını anlattılar.
“Bizi öldürmeyeceğini, gerekirse bacağımızdan vuracağı söyledi, sadece bacağımızdan vuracağını söylediğinde ne kadar nazik ve düşünceli bir insan olduğunu görmüştük” dediler.
“Polisin aniden operasyon yapacağını, soyguncuları vuracağını tahmin ediyorduk, polise engel olmak için, soyguncuları yalnız bırakmamak için tuvalete bile gitmiyorduk” dediler.
Erkek rehine “onu kahraman olarak görüyorduk” bile dedi!
Sık sık hapishaneye giderek, soyguncuları ziyaret ettiler.
Hatta içlerinden biri, soyguncuya aşık olmuştu, nişanlısından ayrıldı, soyguncunun hapis cezasını doldurmasını bekledi!
Soyguncu Jan Erik Olsson sekiz yıl sonra bırakıldı.
Tayland'a gitti.
Market açtı.
Bir daha suça bulaşmadı.
Tayland'ta evlendi, çocuğu oldu.
30 yıl sonra İsveç'e geri döndü.
Otomobil tamirhanesi açtı.
Şu anda 80 yaşında, hâlâ İsveç'te yaşıyor.
★
Bu psikolojik tuhaflık milat oldu.
Kavramlaştırıldı.
“Stockholm Sendromu” adını aldı.
★
Baskı ve şiddet yaşayan insan, eğer yaşadığı sıkıntının sebeplerini doğru tahlil edemiyorsa, ezilmesine rağmen ezenin yanında yeralıyor, ezeni savunuyor, hatta ezene minnet duyuyor.
Kesintisiz baskı, baskıya uğrayan kurbanı, travmatik bağlanma sürecine itiyor, kurban itiraz edeceğine, despota bağlanıyor.
Kurban, gönüllü kurbana dönüşüyor.
İçinde bulunduğu tehlikeyi reddediyor.
Baskı ortamında ne kadar uzun süre kalırsa, baskı yapana o kadar çok bağlanıyor.
Hayatta kalma içgüdüsü ve dış dünyadan soyutlanma, bu sendromun ortaya çıkmasına sebep oluyor.
Kurban, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için, baskı yapana muhtaç olduğunu düşünürse, kendisini yalnız ve çaresiz hissederse, baskı yapanın küçücük jestleri, kurbanın gözünde büyüdükçe büyüyor, minnete dönüşüyor.
★
Stockholm sendromu, rehineler ve aile içi şiddete maruz kalanların yanısıra… Özellikle, toplumdan izole halde yaşayan, tarikat-cemaat benzeri yoğun dini baskı ortamlarında görülüyor.
★
Bana sorarsanız…
Merkez Bankası tartışmalarına bu çerçevede bakmakta fayda var.
★
Teşbihte hata olmaz, elbette İsveç'teki gibi silahlı bir banka soygunu filan değildir, haşa.
Ama, dört dörtlük Stockholm sendromu'dur.
★
Çünkü…
Nerde bu para diye soruluyor.
Soranlara kızıyorlar iyi mi!
★
Hakikaten nerede bu para diye merak edeceklerine, paranın akıbetini merak edenlere saldırıyorlar.
Paramızın hesabını vermesi gerekenleri savunup, paramızın hesabını soranlara küfür ediyorlar.
★
Rehineleri tarafından kahraman ilan edilen Jan Erik Olsson'un bankadan kapıp, izini kaybettirmek istediği para hepi topu 375 bin dolara tekabül ediyordu.
Bizde izi aranan para 128 milyar dolar…
Bizdeki sendromun ebatlarını düşünün gari!