Gazeteci Günter Wallraff: Almanların ellerini kirletmek istemediği bütün işlerde 'misafirler' çalıştırıldı

Almanya’daki Türkiyeli göçmen işçilerin yaşadığı ayrımcılığı gözlemleyen Günter Wallraff, büyük göçün 60. yılını değerlendirdi.

Gazeteci Günter Wallraff: Almanların ellerini kirletmek istemediği bütün işlerde 'misafirler' çalıştırıldı

Almanya’daki Türkiyeli göçmen işçilerin yaşadığı ayrımcılığı, ağır sömürü koşullarını "Türk işçisi Ali" kılığına girerek belgeleyen Gazeteci Günter Wallraff, Evrensel'den Yücel Özdemir'e Almanya’ya göçün 60. yılını anlattı.

Röportajın bir bölümü şöyle oldu:

Sayın Wallraff, Türkiye’den Almanya’ya göçün 60. yılını kutluyoruz. 60 yıl önce Almanya ve Almanlar, “misafir işçi” olarak adlandırılan Türkiye’den gelen işçileri nasıl karşıladı?

“Misafir işçi” kavramı benim için başından itibaren sorunluydu. Misafirler candan karşılanır, “Hoş geldin” denilir. Ancak burada söz konusu olan acil bir şekilde ihtiyaç duyulan iş gücüdür. Almanların hiç çalışmak, ellerini kirletmek istemediği bütün işlerde “misafirler” çalıştırıldı. Onlara bu işler için ihtiyaç duyulduğu için getirildiler. Max Frisch’in dediği gibi “İş gücü çağırılmıştı ama insanlar gelmişti.” İkilem başından itibaren söz konusu. Gelenler birçok kez de suistimal edildiler.

O zamanlar Alman toplumunda bu “misafir işçilere” yönelik tepkiler nasıldı?

Türklerden önce İtalyanlar gelmişti. İtalyanlar için ilk başlarda “Kadınlarımızı elimizden alacaklar”, “Hırsızlar”, “Yaşam biçimleri bize uymuyor” gibi sözler sarf edildi. Gelen İtalyanlar sonradan entegre oldu. Almanlar İtalyan lokantalarına gitmeye başladı. Sonra Türk göçmenler geldi. İlk başlarda şüphe, korku ve ön yargı çoktu. Diyebilirim ki reddetme çok güçlüydü. En azından bir mesafe vardı. Başından itibaren gettolaştırma, mümkün olduğu kadar bizden uzak kalmaları yönünde bir tutum benimsendi. “Mümkünse kendi aralarında kalsınlar” denildi. Kaldıkları yerler hapishane gibiydi. Kapalı alanlarda tutuluyorlardı, kimlikle girip çıkabiliyorlardı. Sonraları bu yavaş yavaş değişmeye başladı.

1985’te yayımladığınız “En Alttakiler” kitabı geniş yankı yaratmıştı ve halen de satılıyor. Sizi bu kitabı yazmaya asıl olarak hangi nedenler itti?

Köln’ün Ehrenfeld semtinde yaşıyorum ve bundan çok mutluyum. Canlı bir semt. Semtte yaşayan her üç komşumdan birisi göçmen kökenli. Dünyanın bütün ülkelerinden insanlar var. Büyük çoğunluk ise Türkiye kökenlilerden oluşuyor. Eskiden bu semt adeta damgalanmıştı. Çünkü çok yabancı yaşıyordu. Kendimi hep marjinalleştirilenlere, dışlananlara yakın gördüm. Bu belki de benim aile biyografimden kaynaklanıyor. Babam, evlilik dışı bir ilişki sonucu doğmuştu.

Tam bir aile kuramamıştı. Bu yüzden dışlanmıştık. Bunun üzerine babam babasını aramak için dünyayı dolaşıyor. Üç-dört dil biliyordu. Sonunda İspanya’nın Barcelona kentini “misafir işçi” olarak mesken ediniyor. Bir işe girip çalışıyor, İspanyol bir kadınla tanışıp evleniyor.

Onunla Köln’e geri geliyor. Annem akciğer hastalığı sonucu ölüyor. Babam kendisini Almandan çok İspanyol görmeye başlamıştı. Her kültürün pozitif taraflarını almayı tercih etmişti. Bir dünya vatandaşıydı. Doğduğunda adı Josef idi, öldüğünde mezar taşına bir İspanyol isim olan Jose yazıldı. Bende de çok erken yaşlardan itibaren ulusal kimlik rol oynamadı.

Etiketler
Almanya Türkiye