'Dava sürecini ciddiye almakla ti’ye almak arasında gidip gelirken ‘piyango bize vurdu’da kaldım'

Gezi Davası tutuklusu Mine Özerden: ‘Dava sürecini ciddiye almakla ti ’ye almak arasında gidip gelirken, bu sefer de “piyango bize vurdu” dan gayrı söylenecek pek bir şey yok zannımca.’

'Dava sürecini ciddiye almakla ti’ye almak arasında gidip gelirken ‘piyango bize vurdu’da kaldım'

İlk duruşması 2019’da Silivri Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü’nde görülen ve 25 Nisan 2022’de karara bağlanan Gezi Parkı Davası’nda “hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım etmek” suçlaması ile 18 yıl hapse mahkûm edilen Mine Özerden cezaevinde ikinci bayramını geçirdi.

Gezi Parkı Davası iddianamesinde Mine Özerden’le ilgili 26 Eylül 2013’te emniyete e-posta olarak gönderilen bir ihbar yer aldı. Söz konusu ihbara göre Özerden’in, Gezi Parkı Davası’nın bir diğer tutuklu ismi iş insanı Osman Kavala’nın yönlendirmesiyle gaz maskesi, sargı bezi ve deniz gözlüğü alınması için birkaç kişi adına banka hesabı açtırdığı iddia edildi. İhbarı yapan kişinin ise kimliği hala belirsiz.

3 aydır tutuklu bulunan Özerden bu süre içinde babasını kaybetti. Babasının cenazesine jandarma ablukasında getirilen Özerden’in taziyeleri uzaktan kabul etmesine izin verilmişti.

Kamuoyunda derin yankı uyandıran bu görüntüler hafızalara kazınmış, toplum vicdanında da derin bir yara açmıştı. Babasının vefatı sonrası ilk bayramını ailesinden uzakta geçiren Özerden, İstanbul Bakırköy Kadın Cezaevi’nden Gerçek Gündem’in sorularını yanıtladı.

“SORUNUZLA BERABER YENİDEN DÜŞÜNDÜM, BULAMADIM”

- Gezi Parkı Davası’nda 18 yıl hapis cezası alan ve özgürlüğü hukuksuz bir şekilde elinden alınan isimlerden birisiniz. Geriye dönüp baktığınızda “keşke yapmasaydım” dediğiniz ya da unutamadığınız ve sizde iz bırakan bir şey var mı?

Pek ‘keşke’leri olan birisi değilim galiba… Yine de sorunuzla birlikte tekrar düşündüm, ‘Var mı sürece dair bir keşkem’ diye… Bulamadım. Mevcut göstergeleri okumaya/anlamaya çalışarak açık uçlu düşünürüm, öngörülerim de sezgilerimle beslenerek oluşuyor sanıyorum. Tarihteki “hak mücadelesi” süreçlerini aç az/çok bilen birisi olarak “sistem”in kendine yönelik herhangi bir tehdit algıladığında, birilerini günah keçisi olarak sunabildiğini, yeterli kamusal desteği bulduğunda da onları “kurban” etmekten imtina etmediğinin farkındaydım zaten. Açıkçası benzer bir sürecin öznelerinden olacağımı düşünecek kadar kendimi ciddiye alacak biri değilim. Birileri “Gezi Parkı” hak mücadelesindeki kararlılığımı ve emeğimi fazlaca “kıymetlendirmiş” (Özerden “Kıymetlendirme” kelimesini iddianamenin incilerinden ve kelimenin gerçek anlamına hakaret niteliğinde üretilmiş bir tanım olarak kullanıyor) anlaşılan. Şaka gibi… Dava sürecini ciddiye almakla ti’ye almak arasında gidip gelirken, bu sefer de “piyango bize vurdu” dan gayrı söylenecek pek bir şey yok zannımca.

İz bırakan ise çok şey var elbette, “dün” ile iç hesaplaşmamı yapıp yeni “gün”e durumlarla yüzleşerek başlarım. Başka bir deyişle takılı kalmam “dün”de. Fikirlerim daha çok “gün” e ve “yarın” a dair şekillenir. Dolayısıyla olumlu/olumsuz her şey “iz” bırakıyor. Dersinizi alıp önyargı ve ön kabullerinizi gözden geçirip, fikrinizi güncelleyerek/dönüştürerek yola devam ediyorsunuz. Unutmadan lakin öfke ve pişmanlık da biriktirmeden…

-Hem cezaevinde hem de babanızın vefatı sonrası yaşadığınız ilk bayram. Sizin için bu bayram diğer bayramlardan elbette çok farklı. Bu bayram size tam olarak ne ifade ediyor?

Çekirdek ailemiz için bayramlar bir araya gelip annemin güzel yemekleri eşliğinde sohbet etme vesilesi sadece. Bu da son yıllarda ebeveynlerimiz yaş alınca oluşmuş bir ritüel. Aslında doğum günlerimizde daha özenliyizdir, o da ailenin küçük üyeleri benim ve kardeşimin çocukları için. Her türlü “o günü/bugünü”, icat edilmiş bir güne sıkıştırılmış sahte duyarlılıklar ve ekonomiyi canlandırma çabası gibi gelir bize. Ailenin küçüklerinin kendi idraklerinin oluşmasını bekliyor, o güne kadar da kafaları karışmasın diye toplumsal kabullerle kendi farkındalıklarımız arasındaki dengeyi bir şekilde bulmaya çalışıyoruz galiba.

Ebeveynlerinizden biri ölünce büyüyorsunuz… Bizimkiler çok okuyan, düşünen, teknoloji ve gelişmeye açık ebeveynlerdir, öğrendiklerinin en iyisini yapmaya uğraşma konusunda da tavizsizlerdir. 1962-67 arası biraz da Almanlık kaçmış sanırım içlerine, ilkelidirler. 43 sene süren ve adı “İlke” olan kitabevi/esnaflık macerası, üç sene süren “proleter” şoförlük macerasından çok daha etkili ve belirleyici olmuştur hayatımızda. Babam ve annemi birbirlerinden ayrı düşünmek zor, birini diğerinden daha çok sevdiğimi söyleyemem. Onlarınki 59 model sağlam bir aşk. Adeta birbirlerinin uzvu, bir bütün olmuş durumdalar. Bu kendim için tercih etmeyeceğim bir durum. Ancak onların jenerasyonu için makbul olan buydu diye düşünüyorum. Annemiz için bundan sonrasının çok zor geçmemesini diliyor ve istiyorum. Ve evet babamız ölünce canım içi kardeşim ve ben, bir gecede biraz daha büyüdük. Umarım ikimiz de ana babamızdan aldıklarımızın üzerine koyarak ön açan ve yeterli muhakeme becerisini çocuklarımıza geçirebilen ve onlardan da öğrenebilen ebeveynler olmayı uzun yıllar sürdürebiliriz.

CEZAEVİNDEN CAMİYE GELENE KADAR OLAN SÜRECİ ANLATMAYA HAZIR DEĞİLİM

-Babanızın cenazesinde yaşananlar toplum vicdanında derin bir yara açtı. Jandarma ablukasında cenazeye götürülmeniz ve babanızla vedalaşmanız hepimizi en az sizin kadar yaraladı. Cenaze töreni sonrası çevrenizden aldığınız tepkileri merak ediyoruz.

Jandarma öncelikle işini yaptı bir noktaya kadar. Toplumsal vicdan her kesimde olduğu gibi jandarmanın içindekilerde de ziyadesiyle vardı. Cezaevinden çıkıp camiye gelene kadarki süreç gerçekten çok zor ve can acıtıcıydı benim için… O kısmını anlatmaya henüz hazır değilim. Erenköy Camii’ndeki eş, dost, akraba, tanış kalabalık kitlenin sürece ve bize sahip çıkışı ile jandarmanın hem bireyler olarak hem de genel tavrı 180 derece değişti. O dakikadan sonra son derece özenli ve kibar davrandıklarını söylemeliyim. (Avukatımın kelepçeyi çıkartma talebini karşıladılar mesela.) Aidiyet ve sahiplenme duygusu zayıf birisi olma halimin, iyi ve pozitif bir durum olduğunu düşünürdüm hep. Arkadaşlarımın bana sahip çıkması da direnme gücümü olağanüstü etkiledi ve kendime dair bu saptamamı epeyce sorguladım o günden sonra. Kişilere sahip çıkmakla, durumlara ve fikirlere sahip çıkmak arasındaki farkı tekrar tekrar düşündüm. Görünür biri olmaktan çekinirim, enerjimi görünürlüğü yönetmeye harcamak yerine odaklandığım konuya harcamaya tercih ederim. Gelinen noktada bundan kaçış kalmadı ve açıkçası bu durum, iç dengemi koruma açısından beni biraz ürkütüyor, hatta utandırıyor. Had hudut bilme şımarmama konusuna kafa yoruyor, kendime telkinlerde bulunuyorum.

-Cenazede sizi ablukaya alan jandarmalar ile aranızda herhangi bir diyalog geçti mi?

Sorunuza dair şunu da eklemeliyim. Cezaevi süresince bana eşlik eden jandarmalara kesinlikle kırgın değilim, hatta bir noktadan sonra olması gerekenler oldu, insani değerler hepimizde harekete geçti, unutulması zor, duyarlı ve değerli anlar yaşadık beraberce. Umut her yerde.

-İçeriden dışarıya baktığınızda nasıl bir Türkiye görüyorsunuz? Umutlu musunuz?

Sadece Türkiye’ye değil, gezegene topyekün bakmaya çalışıyorum… Sancı her yerde… Memlekette daha ağır ve acı yaşıyor olmamızın nedeni; son on yıldır çok yönetiliyor olmamızdan kaynaklanıyor zannımca. Kamuya ait ne varsa satıldı, savıldı, ekonomik ve kültürel olarak ciddi biçimde fakirleşildi. Yoksulluk ve yoksunluk adeta müsilaj gibi toplumun üzerini kapladı, yığınlar halinde nefes almakta zorlanıyoruz. Ortak değerlerimiz ayrımcı dil ve politikalarla dağıldı, çözüldü, çürüdü. İyi-güzel olan her şeyin üzerine, sıradanlaşan kötülük kâbus gibi çöktü… Bu durum sürdürülebilir değil elbet. “Ekosistem”, antroposen ve posttruth çağının yıkıcı ve yok edici pervasızlığına sessiz kalmıyor/ kalamıyor… Akıl baliğ ve varoluş mücadelesinde adil olabilenlerimizle, doğa ve tüm canlılar arasında bir dengenin eninde sonunda kurulacağını düşünüyorum. Ağır ve sancılı bir süreç daha yaşanıyor. Lakin nelerden geçmiş gezegende, memlekette bugünlerden de geçilir bir şekilde elbet.

İçeride olmak bazı açılardan avantajlı olabiliyor. Mesela sürüklenme haliniz azalıyor… Maruz kalma haliniz o kadar sert, net ve kurallarla belirlenmiş ki, adeta koruma altındasınız. Dışarıdaki kuru gürültüden, popülist yaklaşımların arka plan dedikodularından sormadığınız sürece haberdar olma şansınız yok. Dolayısıyla temel meselelere odaklanmanız kolaylaşıyor. Algınızı yönlendirmeye çalışan manipülatif kurguları daha kolay fark edebiliyorsunuz. Zaten haksız hukuksuz yere bedel ödediğinizden dışarıdayken kayıtsız kalamayacağınız bazı olumsuz durumlara tepki verme sorumluluğunuz da biraz daha azalıyor.

Umut, nefes almak, gelişmenin parçası olmak, ekosistemle uyumlu yaşamak, anlık mutluluklar, haz, neşe, emek verdiğin her durum ve canlı için gerekeni yapabilme, hakça paylaşmanın kanallarını açık tutabilmek benim için. Üzüntü ve korku da umudun bir parçası, hatta sigortası belki de. İnsan en çok kendi emeğine ve emek verdiği için de sevdiklerine sahip çıkıyor sanırım, dolayısıyla her şeye rağmen umudu da onlar için diri tutmaya çalışıyorsunuz. Türlü türlü nedenlerle kendinden ve sevdiklerinden vazgeçme noktasına getirilmeye inat, umudumsun hayat diyebildiğimiz iklimler değerli, Gezi de böyle bir iklimdi.

-Umudunu kaybedenlere, adalet arayanlara, sizinle aynı yolda yürüyenlere ve karşınızda olanlara vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Bir arada durma pratikleri üzerine kafa yormaya başladığımdan beri yaptığım tüm çalışmalarda gözlemlediğim ortak nokta, benzerlerin bir arada durmasının beş benzemezin bir arada durmasından daha zor olduğu yönünde. Benzerlerin “rekabet” duyguları bir arada durabilme dinamiklerinde epeyce belirleyici. Mesela söylenene (içeriğe) değil, söyleyene (kişiye) bakma hali. Çifte standartların ait olunan grup/yapı ile meşruiyet kazanması ve giderek normatif bir hal alması. Durumlar ve fikirlerle değil de kişilerle uğraşılması… Biteviye üretilen kayıkçı kavgası, müthiş enerji kayıpları. Aynı ve benzer içeriklerin ısıtılıp ısıtılıp farklı tanımlarla “yeni” diye sunulmasıyla oluşan kafa karışıklıkları kültürel çölleşmeyi beraberinde getirdi sanırım. İçimizdeki “boşluk” duygusuyla baş etmekte güçlük çektiğimiz 21. Yüzyılın ilk çeyreği üç yıl sonra bitiyor… İkinci çeyrekten umutluyum ben. Olağanüstü bir hızla gelişen teknoloji ile “bağzı şeyler”i biraz daha anlayabilir hale gelebileceğimizi düşünüyorum.

Kimseyi karşıma almak istemem. Beni karşısına alanı ise mümkünse dinlemeye, duymaya, anlamaya çalışarak etkileşimi açık tutmaya özen gösteririm. Merak ederlerse edilirse de fikrimi paylaşırım. Bu durum zaman zaman yorucu da olabiliyor. Girdilere göre sürekli yeni sorular üretiyorsunuz. Eşdeğer ilişki kurma çabanız ilk anda anlaşılamıyor, hatta sahte gelebiliyor insanlara. Bu algıyı kırabilmek, samimi olduğunuzu hissettirebilmek için bakış açınızı tekrar tekrar değiştirme esnekliğine sahip olabilmeniz, sahici ve samimi olduğunuzu hissettirebilmeniz gerekiyor.

Ha bir de sadeleşmeniz lazım tabii ki tek tek ve topyekün. Ve en zoru bu. Artı değer ve gereklilik diye bize pazarlanan, diğerinin haklarından çalınarak üretilen, özendirildiğiniz fazlalıklar, bagajları, sofraları safraları azaltmaya başlamak, tüm bunların yeniden üretilmesindeki şahsi paydaşlığımızı sorgulamak, asalak hallerimizle yüzleşmek durumundayız diye düşünüyorum.

İçeride veya dışarıda “insan” kalabilmek, çağ yangınında sürüklenmemek için direnmek ve ötesini merak etmek, anlama çabasından vazgeçmemek, kendine ve diğerine saygıda kusur etmemek, bunlar bana kendimi iyi hissettiren sevdiklerimle aramdaki bağı güçlendiren değerler sanırım. Hepimize kolay gelsin dileğiyle, güzel sorularınız için teşekkürler.

Mine Özerden 25.07.2022 İstanbul Bakırköy Kadın Cezaevi

Etiketler
Gezi davası