Aydınlar Dilekçesi 38 yaşında: ‘Sol siyaset tarihindeki hatayı tekrarlamamalı’
12 Eylül karanlığına baş kaldıranların hazırladığı “Aydınlar Dilekçesi”, yakın siyaset tarihinde önemli bir yer tutuyor. Dilekçenin imzacılarından Prof. Dr. Gürsoy, darbe dönemini ve bugün yaşananları anlattı.
GERÇEK GÜNDEM - FİLİZ GAZİ
12 Eylül darbesi, Türkiye kapitalizmini yeni bir sermaye rejimi etrafında örgütleyecek siyasal ve ideolojik rejim koşullarını yaratmak için organize edildi. Denilebilir ki bu dönemde bilhassa sosyalist kesimlere bir “mıntıka temizliği” yapıldı. Darbe sonrasında 650 bin kişi gözaltına alındı, 42 bin kişi cezaevinde tutuldu.
Aziz Nesin öncülüğünde “Demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işlemesi amacıyla” hazırlanan Aydınlar Dilekçesi, 12 Eylül uygulamalarına karşı verilen ilk kitlesel tepkiydi. Dilekçenin hazırlanmasında Halit Çelenk, Emin Değer, Haluk Gerger, Hüsnü Göksel, Yakup Kepenek, Murat Belge, Yalçın Küçük, Uğur Mumcu, Aziz Nesin, İlhan Selçuk, İlhan Tekeli gibi pek çok isim yer alıyordu.
1260 gazeteci, yazar, öğretim üyesi ve sanatçı tarafından imzalanan dilekçe, 15 Mayıs 1984'te Cumhurbaşkanlığı ve TBMM Başkanlığı makamlarına verdi. Dilekçe hakkında Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı, 21 Mayıs 1984'te soruşturma açtı. Yargılama 1,5 yıl sürdü. Dava, 7 Şubat 1986'da tüm sanıkların beraatıyla sonuçlandı.
Dilekçeyi hazırlayanlar arasında 2002-2010 arasında İstanbul Tabip Odası ve Türk Tabipleri Birliği başkanlıklarını yapan akademisyen, nörolog Prof. Dr. Gençay Gürsoy da bulunuyordu. Gürsoy, 1983'te 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası ile üniversiteden uzaklaştırıldı. 1984'te "Aydınlar Dilekçesi" davasında yargılandı. 1990'da Danıştay kararı ile üniversitedeki görevine döndü.
Barış Girişimi, Barış Bloku, Yurttaş Girişimi çalışmalarında yer alan Gürsoy, 2016'da "Barış Akademisyenleri" davasında yargılandı ve iki sene üç ay hapse mahkûm oldu. 2020'de Anayasa Mahkemesi kararıyla yeniden yargılandı ve beraat etti.
Gürsoy’la, Aydınlar Dilekçesi’nin ilgili makamlara sunulduğu günün yıldönümü olan 15 Mayıs’ta bugünkü Türkiye’yi konuştuk.
-1984'te "Aydınlar Dilekçesi”, 2016'da "Barış Akademisyenleri" davasında yargılandınız. Son dönemin Türkiye’sini nasıl görüyorsunuz?
27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü gördük… Bunların hepsinde sol ve demokrat kimlikte olan insanlara, emekten yana olan örgütlere karşı çok sert ve acımasız davranıldı ama hukukun bu kadar yerlerde süründüğü bir dönemi ben hatırlamıyorum.
12 Eylül döneminde Aydınlar Dilekçesi ile ilk tepkimizi gösterdiğimiz zaman benim de aralarında olduğum 56 kişiye askeri mahkemede dava açtılar. Duruşmalara gittik geldik. Hiçbirinde bugünküne benzer usul dışı, kanun dışı davranışlar görmedik. Aziz Nesin başta olmak üzere Aydınlar Dilekçesi’ni kotaran herkes o dönemde demokrasi, barış, insan hakları taleplerini son derece net şekilde iletmişlerdir. Başta Evren gibi kimliği çok iyi bilinen bir diktatör olmasına rağmen bu mahkemelerden biz beraat ettik. O mahkemede Evren’e karşı benim, Aziz Nesin’in ve başka imza sahiplerinin kullandıkları eleştirel mahiyetteki sözler hakkında ne dava açıldı, ne herhangi bir suçlama yönetildi.
-Bugün Türkiye’de tavır alma, refleks gösterme noktasında aydınların gücü var mı?
Türkiye’de barıştan, demokrasiden yana olan, bugünkü faşizan eğilimli rejime karşı tavır alma konusunda kararlı bir kitle var. İnkar edemeyiz… Türkiye’nin iyi kötü bir demokrasi geleneği de var ama işte görüyoruz bugünkü örnekleri… Parlamentonun üçüncü büyük partisinin kolu kanadı hiçbir şeyden çekinilmeden kırıldı. Hukuk dikkate alınmadan, seçilmişlerin yerine kayyumlar atandı. Kürt siyasetçiler birer birer cezaevine atıldı. Dışarıda olanlar da siyasi yasaklı hale getirildi. Olanaksızlıklara ve çember içine sıkıştırılmış olmalarına rağmen hakikaten buna karşı durmaya çalışan insanlar, aydınlar var. Fakat siyasi partilerin muhalefet etme desteğine sahip bir kitlesel hareket haline gelinemiyor. Bütün mesele bu ve bunu örgütlemek lazım. Bu konuda ana muhalefet partisine ve diğer muhalefet partilerine iş düşüyor. Millet İttifakı’na mensup altı partinin bugüne kadarki performansı önemli ama yeterli değildir. Bu partilerin kitlesel, demokratik muhalefeti kucaklaması lazım. Ayrım gözetmeden öncülük etmesi, bir tür paratonerlik yapması lazım. Siyasi partilerin koruyuculuğu olmadan spontane kitle hareketleri beklenemez. HDP’ye karşı dışlayıcı tavrın mutlaka değişmesi lazım. Böyle bir siyasi parti çekinceliğinden muhalefetin kurtulması lazım.
ETE KEMİĞE BÜRÜNEMEYEN MUHALEFET
-Selahattin Demirtaş'ın, Edirne Cezaevi'nden eşi Başak Demirtaş aracılığıyla bir grup gazeteci ve aydına gönderdiği mektubu nasıl buldunuz?
Çok değerli buluyorum. Hakikaten bugün ihtiyacımız olan bir adımı atma konusunda hem yol gösterici hem cesaret verici cümleler ihtiva eden bir mektup ama ne yazık muhatap tek tek bireyler ve sivil toplum örgütleri olunca inisiyatif oluşmuyor. Demirtaş’ın mektubunda ifade ettiği gibi öncülük muhalefet güçlerine, siyaset partilerine kalıyor. Yurttaş Girişimi, Ortak Yaşam Girişimi ve benzer yapılar olarak muhalefet partileri ile Demirtaş’ın mektubunun içerdiği muhteva öncülüğünde tartışmayı düşünüyoruz. Önümüzdeki günlerde onun görüşmelerini yapmaya çalışacağız.
-Sol, sosyalist camia içinde bir kısırdöngü halinde olduğu görünüyor. Katılıyor musunuz?
Çok doğru… Yani bir ete kemiğe bürünemiyor muhalefet. Demirtaş’ın mektubundaki önerileri neredeyse bir iki yıldan beri gündemimize almış durumdayız. Bunlar bizim için yeni şeyler değil.
Mesela iki yıldır bir demokrasi deklarasyonu ya da bir halk sözleşmesi gibi basitleştirilmiş, halk kitlelerinin imzalarını taşıyan bir manifestoyu düzenlemeye çalışıyoruz. Belirli bir noktaya kadar geliniyor ama olmuyor. Böyle rejimlerin yarattığı bir karanlık iklim var. O iklim izin vermiyor. İnsanlar çekiniyor. Zaten ekonomik durum yerlerde sürünüyor. Hiçbir dönemde görmediğimiz oranda açlık sınırının altında yaşayan milyonlarca insan var. Herkes hayatta kalma çabası içindeyken mücadelenin yükselme olanağı son derece sınırlı. Yine de Türkiye’de önemli bir potansiyel var. Demokratik haklarını, özgürlüklerini elde etmeye çalışan geniş kitleler var. Kürt halkı, Alevi muhalefeti var. Türkiye’de en cesur ve en etkili mücadeleyi yapan en başta kadınlar var.
SEÇİM BU ÜLKEDE HAYAT MEMAT MESELESİ
-Bu noktaya nasıl gelindi. Tarihsel hatalar nerede yapıldı?
Tek bir hatalı çıkış noktasını işaret etmek zor. Sadece Türkiye’ye ait bir problem de değil bu. Etrafımızda Rusya, Macaristan, Polonya daha birçok ülkede benzer yapıdaki diktatörler yaşama imkânı buluyorlar. Neoliberal sistem, bir kitlesel muhalefetin gelişmesini engelleyen koşulları yaratıyor.
Türkiye’de yaşadığımız talihsizlik ise 2002’de demokrasi ve insan hakları vaadi ile gelen bir siyasi iktidarın çok kısa zaman içinde bunu tek adam rejimine çevirme konusunda gösterdiği siyasi, şeytani başarıdır. Buna maalesef muhalefet partileri adım adım, birbirini izleyen hatalar işleyerek yol vermişlerdir. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun dokunulmazlıklar konusundaki vaktiyle ifade ettiği ‘Anayasa’ya karşıdır ama yine de evet diyeceğiz’ tavrı buna bir örnektir. Hudut dışı askeri hareketlere karşı ses çıkarma konusunda çekingen davranmaları ise bir başka örnektir. Bütün bunlar bu rejimi ören siyasi kimlikleri bu noktaya kadar getirdi. Fakat… Sorumlu arama döneminde değiliz. Mevcut koşullar içinde bu ülkeyi bataklıktan çıkarmanın çaresine bakmak lazım. Eski hesapları görmenin zamanı değil.
-Sol partilerin, mücadele güçlerinin bir araya gelebileceklerini düşünüyor musunuz?
HDP etrafında bir bloklaşma, demokrasi konusunda bir ortak oluşum hazırlık çabaları sürüyor. Bu konuda kendilerini başka bir alanda görmek isteyen sol siyasetlerin de bugünlerde yeniden tavırlarını gözden geçirdiklerini dair izlenimler ediniyorum. Ümit ediyorum ki önümüzdeki aylar içinde kararlar yeniden gözden geçirilecek. Sol, tarihindeki hatayı tekrarlamayacaktır diye ümit ediyorum.
Seçimle sınırlı bir demokrasi cephesi inşa etme yanlış ama seçim bu ülkede hayat memat meselesi haline gelmiş durumda. Eğer seçim; demokrasi güçleri tarafından kazanılmazsa bir daha toparlanma imkânı çok zor. Buna rağmen işi seçimle sınırlamamak lazım; Türkiye bir demokrasi ve özgürlük mücadelesi içine girmiş durumdadır. Başka türlü hayatta kalmak ve bu ülkede nefes almak mümkün değil.
-Aydınlar Dilekçesi’nin içeriğindeki taleplerin bugünküyle neredeyse aynı olduğu söylenebilir. Bu tarihi karşılaştırma bize ne söylüyor?
Aradan 37 yıl geçmiş ve evet aynı noktadayız. Bu utanç verici tarihi bir karşılaştırmadır. Aydınlar Dilekçesi davasındaki taleplerin o dönemde birkaç yıl içinde iyi kötü karşılandığını hatırlayalım. 1982 Anayasası’nın Evren’in Cumhurbaşkanlığı ile birleştirilerek yapılması, yüzde 90 oyla Anayasa Referandumunda geniş bir oy desteği alınmasına rağmen Türkiye birkaç yıl içinde en azından bugünkü ile kıyaslanmayacak kadar rahat bir siyasi ortama kavuşmuştu.
KRİTİK BİR DÖNEMDEYİZ, TEHLİKEDEYİZ
-Aydınlar Dilekçesi’nin metnini kim ya da kimler yazmıştı?
Metni bir heyet yazdı. Sonra hepimize ulaştırıldı, üzerinde tartışıldı. Aşağı yukarı bir ayı aldı mektubun hazırlanması. Mart’ta başladı çalışmalar. Mayıs’ın ortasında ilgili makamlara, Cumhurbaşkanlığı’na sunulur hale geldi. Aziz Nesin başta olmak üzere Prof. Dr. Hüsnü Göksel, Haluk Gerger, Yalçın Küçük ve daha pek çok isim metin üzerinde tartıştı. İstanbul’dan Murat Belge’nin de katkısı olmuştu.
Hepimizin işyerleri, evleri imza toplama mekânlarıydı. Asıl mayalandığı yer ise Ekin Danışmanlık- Bilim Araştırma, Proje, Danışmanlık Organizasyon Anonim Şirketi’ydi. Dernek kurmanın yasak olduğu dönemde bir demokrasi platformu, şirket olarak kuruldu. Üniversitelerden atılan 1402’liklerin, uzaklaştırıldıkları üniversitenin öğrencilerine ders verme amacıyla kurulan şirkette böyle bir çıkış tasarladık.
-İmzasını geri çekenler kimlerdi?
İbrahim Tatlıses, Cüneyt Arkın, Öztürk Serengil, Fikret Hakan… Bunların bazıları dilekçeyi toplu konut projesi zannediyorduk, öyle imzaladık falan dedi. En ilginci ise şuydu: İmzasını geri alanlardan biri o dönemdeki Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü bir zattı. İsmini vermeyeyim… ‘İmzamı taklit etmişler, ben böyle bir şey imzalamadım, şikayetçiyim’ diye bir suçlamayla imzasını geri aldı. 1260 imzacı arasında 8- 10 kişinin imzasını geri çekmesi önemli olmadı. Eyleme leke getirmedi.
Üniversiteden atılmamış öğretim üyelerinin imzalarını ise talebimizle geri aldırmalarını istedik. Bari onlar üniversitede kalsın diye biz istedik geri almalarını.
-En son Barış Akademisyenleri imzacısı olduğunuz için yargılandınız. Kişisel hikâyeler de Türkiye tarihi gibi tekerrür ediyor.
Evet… Barış Akademisyenleri davasında Türk Tabipler Birliği’nin bir şiarı olan ‘Savaş bir halk sağlığı sorunudur’ cümlesini kullandığım için ağırlaştırıcı neden sayıldı ve ceza yükseltildi. Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın lehimize oy kullanması ile bu cezalar iptal edildi. Boğaziçi Üniversitesi direnişini ayrı tutarak söylüyorum: En acıklı olan üniversitelerin bu hukuk dışı yargılamaya karşı hiçbir ciddi tepki göstermemesi ve teker teker bütün üniversitelerin bu iktidara teslim olmuş bir kimliğe bürünmesi oldu.
1970- 1980 arası bütün olup bitenlerin sorumlusu olarak üniversiteler hedef alındı. Bugünde siyasi iktidar barış ve demokrasi talebini yükselten akademisyenleri en ağır şekilde suçladı, hakaret etti. Bir mafya liderinin tehditlerine karşı açtığımız dava takipsizlikle sonuçlandı.
Açıkçası çok kritik bir dönemde ve tehlike içinde olduğumuzu biliyorum ama bu ülkede beraber mücadele ettiğimiz binlerce dostun, arkadaşın duygularını dile getirmek adına ben ümitliyim. Demokrasi adına bunca başarılı mücadele geçmişi olan bir ülkede mücadele kazanacaktır. Türkiye kolay kolay Putin’in ülkesi haline gelmeyecektir diye düşünüyorum. Bu sadece ümit etmekle olmaz. Hızla örgütlenmek ve muhalefeti canlandırmak zorundayız.