Çalışma acısı: Siyanürlü havuzda yüzdürülen işçiden, plazada engelli hale gelen işçiye
“Çalışma Acısı” kitabının yazarı Uğur Şahin Umman, “Bir maden işletmesinde çalışan işçi, yöneticilerinin isteğiyle, siyanürün insan bedenine zarar vermediğini kanıtlamak için siyanür havuzunda yüzdürülüyor” diye anlatıyor.
GERÇEK GÜNDEM - FİLİZ GAZİ
21. yüzyıl insanı kölelik düzeninden çoktan uzaklaşmış gibi dursa da bugün plazalarda, fabrikalarda, şantiyelerde, madenlerde suretini değiştirmiş olarak devam ediyor. Neoliberal düzenin önümüze getirdiği verimlilik, yüksek performans, esnek çalışma gibi kavramlar işçiler üzerindeki zorbalığı mümkün hale getiriyor.
İşçi sağlığı ve güvenliği alanındaki çalışmalar daha çok işçi ölümleri üzerine yoğunlaşmış durumda. Oysa fiziki iz bırakmayan şiddet türü olan mobbing, iş güvencesinin pamuk ipliğine bağlı olduğu çalışma hayatının uzun vadede yarattığı tahribatlar bir ömrü yok edecek kadar ağır.
Çalışma düzeninin yabancılaşmanın ve zorbalığın kendini gösterdiği bir savaş alanı haline dönüşmesinin insan ilişkilerindeki sonuçları neler? “Çalışma ıstırabı, acısı” ne demek?
Soma maden faciasını anlatan “Çizmelerimi Çıkarayım mı?” kitabının da yazarlarından biri olan Uğur Şahin Umman son kaleme aldığı “Çalışma Acısı, Emek ve Eziyet Deneyimleri” kitabında yavaş yavaş tüketen, failinin bütün bir sistem olduğu çalışma hayatlarımızı anlatıyor. Mavi yakalılardan beyaz yakalılara birçok insanla görüşen Umman’la yaşadığımız çağın çalışma düzenini konuştuk.
Kimler çalışma acısı çekiyor?
Ücretli emeğiyle çalışan hemen herkes acı çekiyor. Çok küçük bir azınlık çalışırken kendini “mutlu” hissediyor. Geride kalanlar ise acıya katlanmaya ve alışmaya çalışıyor. Çünkü adapte olamazsa yaşamına devam edemez. İşyerlerinin birer savaş meydanı haline gelmesinin tarihi insanlık kadar eski. Rockefeller ailesinin kiralık askerlerinin öldürdüğü Coloradolu maden işçileri; 1830 yılında Lyon’da kurşuna dizilen maden işçileri; Rusya’da çalışma koşullarının düzeltilmesi için çara dilekçe vermeye giderken katledilen Rus işçiler; Soma’da kömür madeninde çıkan yangında ölen 301 işçi…
“Çalışma acısı”, neoliberal dönemin çalışma düzenindeki zorbalığını anlatan bir bir tanım mı?
“Çalışma acısı”, Fransada klinik sosyoloji ve akademinin “iş yerinde sağlık” isimli bir ekolünden geliyor. Dünyada 1970 sonrası gelişen neoliberal akım, çalışma düzeninde köklü değişikliklere sebep oldu. Özelleştirmenin hız kazandığı 1990’lı yıllarda kapitalist sınıf, performans ve kalite yönetiminin daha baskın olduğu bir çalışma düzenini yaratabilmek için kimi reformları hayata geçirmeye başladılar. Özel sektörde performans baskısı arttı, güvencesiz emek rejimi çalışma yaşamının önemli bir parçası haline geldi. Şirketlerin yeniden yapılanmaları ile performans yönetimi kurumsallaşmaya başladıktan sonra Fransa’da işçiler bazı semptomlarla hastaneye başvurmaya başlıyorlar. Mesela kolda ağrı, ruhsal bunalma, anksiyete, travma sonrası stres bozukluğu… Nanterre Sağlık ve Bakım Merkezi’nde görevli psikolog Marie Peze, bunun nedenlerini araştırmaya başladı. Semptomları kenara bırakıp işçilerle görüştü. İşçilerin çalışma koşulları nedeniyle acı çektiğini fark etti. İşsiz kalma korkusuyla boğuşan, uyuyamayan, intihara teşebbüs eden, acı çeken işçilerin hikayelerini “Hepsi Ölmedi Ama Hepsi Darbe Aldı” isimli kitabında toplayıp, yayımladı.
Türkiye’de bu kavramı çeviren ve dolayısıyla dolaşıma sokan kişi ise Aslı Odman. Aslı, yedi sene önce Özgür Üniversite’nin düzenlediği bir etkinlikte insanların çalışırken çektiği acıları Fransa’da “la souffrance au travail” kavramla açıklandığını anlatmıştı ve ben de orada duydum. Yani tam olarak karşılığı “işyerinde çalışma ıstırabı” diyebiliriz. Literatürü anlayabilecek kadar Fransızca bildiğim için kavramı araştırmaya başladım. Örneğin Paris’te çalışma acısı üzerine uzmanlaşmış çok fazla hekim var. Hatta bazı işyerlerinde çalışma acısı, ızdırabından kaynaklı iş bırakma eylemleri yapılıyor. Sendikalara da bu konuyla ilgili uzmanlar istihdam ediliyor.
UZUN VADEYE YAYILAN TAHRİBATLAR BUZ DAĞININ GÖRÜNMEZ YÜZÜ
“Çalışma acısı” kavramı ile sadece beden güçlerini daha fazla kullanan emekçileri, şantiyede, tersanelerde çalışan işçileri kast etmiyoruz değil mi?
Çalışma acısı kavramını dört başlık altında düşünelim. Meslek hastalıkları, performans sistemi ve mobbinge bağlı hasarlar, iş cinayetleri ve güvencesizliğe bağlı olarak psikososyal baskıya bağlı hasarlar. Bu başlık altında birçok meslek grubu acı çekebiliyor. Zorbalık ve acı, işkolu fak etmeksizin, işçilerin hayatında yer etmiş durumda. Pandemi döneminde siyasal iktidarın salgın yönetimi nedeniyle yoğun bakım personelleri çok ciddi tükenme duygusu yaşadılar. Antidepresanla ayakta durmaya çalıştılar. Bir banka yöneticisi, performans sistemi ve güvencesiz çalışma şartları yüzünden ameliyatını sürekli ertelenmesi ve iyileşmeden çalışmaya zorlanması nedeniyle engelli hale gelebiliyor. Mobbinge uğrayan bir beyaz yakalı kurdeşen rahatsızlığına yakalanabiliyor. Plazada çalışan bir işçi engelli hale gelebiliyor. Bir çağrı merkezi çalışanı intihara kalkışabiliyor, yeme bozukluğu gösterebiliyor. Mavi yakalı işçi, elini makineye kaptırabilirken, diş teknisyeni uzun süre toza maruz kaldığı için silikozis hastalığına yakalanabiliyor. Bu kitabı anlatmaya çalışırken bana ‘Sen psikolog değilsin, doktor değilsin. Bir insanın hasta olduğunu, acı çektiğini nasıl anlayacaksın’ dediler. İşçi sağlığı ve güvenliği alanındaki bütün ilgi, özellikle ani ölümler üzerinde duruyor. Oysa tespit edilen tahribatların yanında tespit edilemeyen, uzun vadeye yayılan tahribatlar buz dağının görünmez ama gerçek yüzü.
ÇALIŞANLAR BİRBİRİNİ GÖRMEMEYE ÇALIŞIYOR
Mavi yakalı ile beyaz yakalı işçinin acı çekme biçimleri benzer mi?
Yüksek ücretli olanlar borç nedeni ile aslında çok daha çalışmaya meyil ediyorlar. Örneğin pilotlar, uçucu ekipler… Anaakım iktisadın yorumlaması gibi ‘Ne kadar çok para kazanırsan o kadar çok harcaman olur’ korelâsyonunu kurmaya başlıyorlar. Mesela Tuzla’dan, villa alayım diyor. Onu ödeyebilmek için çok daha fazla çalışmaya başlıyorlar. Borçlandıkça da daha savunmasız hale geliyorlar. Bedenleri de aynı savunmasızlıktan nasibini alıyor. Uçağın motoru nedeniyle kulaklarda da bozulma başlıyor. Radyasyon altında çalışıyorlar. Esnek çalışma nedeni ile vücutları bir süre sonra yorgun düşüyor.
Biri mobbing nedeni ile acı çekiyor diğeri performans yönetimi nedeniyle acı çekiyor. Biri cinsel tacize uğruyor diğeri psikolojik şiddete maruz kalıyor. Mekan değiştikçe zorbalık ve acı şekilleri ayrışıyor diye bir genelleme yapamayacağım bir durum sözkonusu.
Yavaş yavaş eziyet çekme, her sabah işe gitme, akşam eve dönme… Rutine dönen bir ıstırap ve şiddet döngüsü. Bunlar olurken insanlar kimliklerinden, ruhlarından, hayallerinden ne kaybediyor?
Her şeyini… Sağlıklı uyuyabilmeyi, sağlıklı beslenmeyi, sevebilmeyi, aşık olmayı… Çalışmak, hayattan çok şeyi götürüyor. İşçiler hayatlarının büyük bölümünü çalışmak için harcıyorlar.
Bu dönemde işçiler birbirlerinin acısına yabancılaşmadığı müddetçe hayatta kalamaz hale gelmeye başladı. Ofiste çalışanlar birbirlerini görmemeye çalışıyor, arkadaşınız sizi hiçbir konuda teselli etmiyor. Biri işten atıldığı zaman reaksiyon gösterilmiyor. Böyle olunca bir kere dünyaya inancınızı yitiriyorsunuz. Çalışma arkadaşlarınıza inancınızı yitiriyorsunuz. Sınıf olma praksisi ortadan kayboluyor. Dayanışma, aynı ortak geleceği tahayyül etme bilinci yerle yeksan olmuş durumda. Çalışma çok travmatize edici bir hale gelmiş durumda.
SANILANIN AKSİNE HUKUK, ÇALIŞANIN YANINDA DEĞİL
Uzun süre mobbinge maruz kalmış insanlarda sonrasında yaşananlar neler?
Dünya bir daha eskisi gibi olmuyor. Mobbing mağdurlarında “Hayatım eskisi gibi olmayacak” ifadesini çok fazla duydum örneğin. Çok kalıcı izler bırakıyor. Terapi görenler var. Patron hiçbir kanıt bırakmayacak şekilde mobbing yapabilir ama insan bedeni güncesini tutmaya başlıyor. Bazı semptomlar veriyor. Psikolojileri bozuluyor, yeme bozukluğu başlıyor, kendini değersiz görme, özgüven kaybı yaşanıyor.
Bizim “mahallede” tüm bu duygular, “kırılganlık” olarak adlandırılabiliyor ama kesinlikle değil. Şimdilik çok devrimci bir talep gibi durabilir ama bu alan ceza hukukunun konusu olmayı hak edecek kadar ağır bir acıyı anlatıyor. Burjuvazi, hukuk kuramlarını ne kadar hakem olarak gösterse, bunu ideolojik olarak üretse de çalışma yaşamında bunun karşıtı bir durum söz konusu.
Kaybolan ruhları, huzurları, sağlıkları için insanlar ne yapıyorlar?
İstanbul Protokolü’nün tartışma sürecinde mobbingin eziyet olduğu ortaya çıkarıldı. Eğitim- Sen’in avukatı Metin İriz bir davayı yürütmeye çalışıyor. Müvekkili olan öğretmen ‘Bana mobbing uyguluyorlar’ diyor. İriz, ‘Ben hayatımda ilk defa böyle bir şey duydum, ne olduğunu bilmiyordum’ diyor. Araştırıyor. Hakimler ve savcılarla beraber İstanbul Protokolü eğitimine katılıyor. Orada el kaldırıyor. Şebnem Korur Fincancı’ya mobbing işkence midir diye soruyor. Şebnem Hoca, hiç duraksamadan işkencedir diyor. Peki, biz size bu insanları sevk etsek, rapor verebilir misiniz diye soruyor. Şebnem Hoca, varsa semptomlar, veririz diyor.
Mobbinge uğrayan insanlar rapor alabiliyor. Bu süreç çok çetrefili ve zor olabiliyor. Adli Tıp Polikliniğindeki psikolog ve psikiyatrlar işçilerin ruhlarını örselemeden yaralara bakmaya çalışıyorlar. Çünkü bu süreç zorunlu. İşçinin neye maruz kalındığı araştırılıyor. Sosyal araştırmacılar olay yerine gidiyor ve araştırma yapmak istiyor. Eğer patron araştırma yapılmasına izin verirse, sosyal araştırmacılar bütün tanıklar ile görüşerek süreci kayda geçiriyor. Patron bazen izin veriyor, bazen vermiyor. İzin verdiğinde mobbinge maruz kaldığını iddia eden işçiyi sosyal araştırmacıya şikayet ediyor. Asıl mobbbing yapanın o olduğunu iddia ediyor.
İŞ İŞTEN GEÇTİKTEN SONRA FARK EDİYORLAR
Hangi hastanelerde var bu klinikler?
Aslında her üniversitenin adli tıp polikliniğinin mobbing raporu düzenlemeye yetkisi var. Bu da ciddi bir uzmanlık işi ve medyanın da sayesinde bütün ilgi İstanbul Üniversitesi’ne kaymış.
Türkiye’ye özgün “çalışmaya” atfedilen kutsallık dilde de karşımıza çıkıyor. “Çalışan demir pas tutmaz” gibi… Diğer taraftan çarkların dönmesi için neoliberal düzen çalışmayı kutsallaştırıyor. Bu kutsallıklar içinde başına geleni anlamayan, adını koyamadığı için fark edemeyen insanlar var mı?
Çok güzel bir soru sordun. İş işten geçtikten sonra anlayabiliyorlar. Bir banka müdürü hayatını vermiş o işe. Tansiyon, şeker aklına ne gelirse yakalanmış. Bundan sonra sağlıklı bir hayat geçirmesi çok zor. Bir banka yöneticisinin aort damarının yüzde 80’i tıkalı. Tansiyon ve şeker hastası. Yüzde 80 engelli raporu var. Sağlığını kaybettiğinde fark ediyor.
Mesela görüştüğüm insanlardan biri beyin kanaması nedeniyle, kitabın yayımlanmasına çok az bir süre kala vefat etti. Kitabımı adadığım isimlerden biri Uğur Durak. Adaşımdı. Uğur’un ne kadar çok sağlık sorunlarıyla uğraştığını, neler yaşadığını biliyorum. Çok ciddi bir yaşam kavgası içindeydi. Beyin kanaması geçiren bir banka işçisi vardı. Nadide Kısa. Beyin kanamasını tıbbi ve hukuki olarak çalışma koşullarıyla bağlamanız çok zor ama bu kadar insanın beyin kanaması nedeniyle ölmesi de çok normal değil.
Çalışmak için dünyaya gelen hasta nesilleriz aslında. Tatil günlerinde biraz nefes alabildiğimiz ama zihnimizin yine işle meşgul olduğu bir çalışma düzeninde yaşıyoruz.
BAZI İŞYERLERİNDE MAFYATİK YAPILANMA VAR
Bir davranışın, zorbalığın adını koymak demek, başımıza bir şey geldiğinde onu biliyor olduğumuz anlamına gelecek olduğu için önemli. Peki, “tembellik hakkı” neoliberal düzen içinde bir ütopya mı?
Çok güzel bir soru yine. Evet, desem cevabı olmaz. Hayır desem o da değil. Evet, ütopya. Bunu sen de teslim edeceksin. Burjuvazinin kârlılık, verimlilik, sürdürebilirlik ve yüksek performans gibi “kutsalları” onların ortaya koyduğu bir düzen. Çok güzel söyledin. Kavramsallaştırılıp, gündeme girdiği müddetçe yer edebilecek bir mesele. Anaakım iktisadın kavramlarını tartışmaya açtıkça bu şeyler ortaya çıkabilir. Mesela verimlilik… İşçinin verimli olması için baskı uygulanıyor, istenen verim elde edilmezse işten çıkartılıyor. Esneklik dersen, hiçbir şekilde durmuyorsun. Günler, saat boyunca çalışman bekleniyor. Sürdürebilirlik ise işçinin her daim kendini yenilemesi. Bu da zihin yorgunluğu anlamına geliyor.
Bu meselenin tam karşılığını ‘tembellik hakkı’ olarak görmüyorum. Marks’ın dediği gibi ‘Geleceğin mutfakları için şimdiden yemek yapılmaz.’ Aslında bu sorunun cevabı süreç içinde kendini bulacaktır. Niye verimli olalım? Niye çok çalışalım? Niye esnek çalışma saatleri? Çalışma meselesini diyalektik bir zemine oturttuğunuzda çok yararlı tartışma yapılabilir.
Ama diğer taraftan kavramların deforme olmaması gerek. Tıpkı mobbingde olduğu gibi. Muhabir arkadaşınla tartışıyorsun diyelim. Mobbing değil bu. Mobbing, çok acı sonuçları olan, mafyatik bir örgütlenmenin sonucu ortaya çıkıyor. Silahlı suç örgütlerinin yapılanmasına çok benziyor. Bir yerden emir geliyor, bu insan işten çıkartılacak diye. Bu insanı işten çıkartabilmek için tek bir yol var. Karşına alırsın, biz seninle çalışmak istemiyoruz, kıdem, ihbar tazminatın şu dersin. Bunu yapmıyorlar. İnsanı işten uzaklaştırmak için en ucuz yol olan mobbingi seçiyorlar. Müdürden emir geliyor ve bütün çalışanlar buna uymaya başlıyor. Örneğin kamera olmayan yerde arkadaşına tekme atmaktan tutun, arkasından konuşmak, küfür etmek, boğaz kesme işareti yapmak, yolunu kesmek, arabasına zarar vermek, hakkında dedikodular çıkarmak gibi… Görüşmecilerimden birine aynı anda 15 öğretmen aynı cümlelerle şikayet mektubu yazmış mesela. Bu isteseniz de olmaz. Bir insanı işten uzaklaştırmak için belli bir amaç içinde örgüt kurmuşlar. Bazı iş yerleri mafyatik kuralların işlediği bir alana gelmiş durumda.
‘KALEM FIRLATARAK GAZETECİ YETİŞTİRDİM’ DİYEN GAZETECİ
Görüştüğün biri şöyle tanımlamış kendisini: “İyi olman yetmiyor işte, aynı zamanda kötü olman gerekiyor.” Performans sistemi, dayatılan rekabet ortamı, hırs… Bu çalışma düzeni, çağın insanının karakterini de oluşturuyor mu?
Yine çok güzel bir soru sordun. Fransız sosyolog Christophe Dejours, bu dönemi ‘İnsanların birbirinin acısını görmemek için gözlerini kapadığı bir çağ’ olarak tarif ediyor. Konuştuğum insanlarda da en çok bunu fark ettim. Acının da türediği yer burası. Yabancılaşmayı ifşa ettikçe yalnızlaşıyorlar. Bazı yerlerde işçiler birlik olmaya başladıkça acının dozajı düşmeye başlıyor. Migros işçilerinde bunu gördüm. Dayanışma, acıyı azaltıyor.
Basın işçileriyle de konuştum. Bir yöneticisinin şiddet uyguladığını övünerek anlattığını paylaşmıştı. ‘Ben insanların kafasına kalem fırlatarak gazeteci yetiştirdim’ diye. Bu insan dışardan gördüğümüz zaman örnek aldığımız bir insan. Bir kadın muhabirin, futbol ve basketbol haberlerini anlatmasını erkekler hazmedememişler örneğin. Bunun yönetimle falan alakası yoktu. Mis gibi patriyarka! Başka hiçbir şekilde açıklayamayız meseleyi.
Bazı sendikalarla görüştüm. Yıllar önce bir sendika, kot işçisi silikozis hastaları ölürken biz insanların psikolojisiyle uğraşamayız. Bunlar ikincil planda kalan sorunlar, akut meselelerle uğraşıyoruz’ demişti. Bildiğimiz, devrimci bir sendika. Yıllar geçti ve akut mesele bu oldu. Tabi bir dizi mücadele sonunda kot kumlamanın yasaklandığını da eklemeliyim.
SON DÖNEMDE MODA BİR TOMAR ÖZGEÇMİŞ GÖSTERME
Çalışma acısının yarattığı tahribatın izleri neler?
Uyurken çene sıktıklarını anlattılar mesela. Depresyon, antidepresan kullanan çok fazla. İntihar eğilimi olan insanlarla tanıştım. Az evvel dediğim gibi, bizim mahallede biraz bu var. Kırılgan deniyor. Hayır, insanlar ağır şeyler yaşıyorlar. Bir kadın 35 kilo aldım diyor. Nasıl aldın diyorum. Çağrı merkezinde kendimi yemeğe vurdum diyor. Tükettiği şeyler de işyerlerinin çeperlerinde. Kitapta hikayesini anlattığım Hava’nın 8 hastalığı vardı. Benim param yok diyor, akşam ne yapacağız diyor. Mutfağı görüyorum, hiçbir şey yok. Diş teknisyeni biri kendini kaplumbağa hızıyla kıyaslıyordu. Ciğerler bitmiş artık.
Deri işinde çalışan bir işçi elini kaybediyor. Patron ekstra masraf olmasın diye güvenlik panellerini söktürüyor deri işçisine. 32 tane bıçak elini kesiyor. Bu arada sendikalı bir iş yerinde oluyor bu olay. Bu insan da sendika temsilcisi. Bu dönemki yapılar işçiyi çok fazla koruyamıyor. Demek ki araçlar cevap vermiyor.
Mesela yeni moda “cv gösterme”. Eline kağıt tomarı alıp, bu kadar insanın özgeçmişi var elimizde diyor. İstersen çıkabilirsin diyor. Gel de panelleri sökme!
Öyle insanlarla tanıştım ki, anlattıklarının yalan olmasını istedim. Bir maden işletmesinde çalışan işçi, yöneticilerinin isteğiyle, siyanürün insan bedenine zarar vermediğini kanıtlamak için siyanür havuzunda yüzdürülüyor. Bu işçi de yüzüyor, yüzmek zorunda kalıyor. Denizde yüzer gibi bir güzel yüzdüm diye anlattı. Bu insanın sonrasında dalağı alındı.
TAHAYYÜL ETTİĞİMİZİ GÖZDEN GEÇİRMEK GEREKEBİLİR
Her yer savaş mahali gibi. Medeniyet, teknoloji çok da iyi gelmedi mi insanlara? Bunca insanla görüşmüşken sana sormak isterim. Nasıl bir yaşam kurulmalı?
Mücadele içinde bu soruya yanıt aramamız lazım. Kitabî bir dilde konuşacak olursam sömürünün olmadığı, bütün üretimin özel mülkiyet üzerinden düzenlenmediği bir dünya tahayyülüm var. Kurduğumuz medeniyet bunlara cevap olabilir.
Sovyetler Birliği’nde üretim övgüyle bahsedilen, teşvik edilen bir unsurdu. Orada çok çalışan işçilere nişanlar verilirdi. Bunu niye söylüyorum? Tahayyül ettiğimiz şeyi de gözden geçirmemiz gerekiyor olabilir. İnsanlığın ihtiyacı karşılayabilecek şekilde merkezi ya da yerel planlama yapılması gerekiyor. Birileri kazansın diye gözyaşı dökülmediği, hayatların zelil olmadığı çalışma düzeni hayal ediyorum. Sınıf mücadelesine “çalışma acısı” kavramı girecektir diye düşünüyorum ve girdiği takdirde tekrar bazı şeyler yeniden düşünülecek. Bu mücadeleye toz kadar faydam olursa mutlu olurum.