Livaneli: Asıl AKP zihniyeti, bu ülke tarihi için parantez! Padişahın değil ulemanın devamı
Zülfü Livaneli son kitabında entelektüel bir tez ileri sürdüğünü söyleyerek "Osmanlı şeriat devletiydi, büyük atalarımız vardı, bunlar geldiler, dinimizi, dilimizi değiştirdi deniyor. Bu teori doğru değil. Asıl 20 yıllık parantez onlar” dedi.
GERÇEK GÜNDEM - FİLİZ GAZİ /
Hamidiye Alayları’nı kuran, Belgrad’dan Yemen’e Kafkasya’dan Afrika’ya uzanan hafiyeler ağının jurnalleriyle çok insanın canını yakan, dönemin muhaliflerini, aydınlarını sürgüne gönderen, öte yandan bu insanlara maaş bağlayan, dünya siyaseti ile satranç gibi oynayan II. Abdülhamit’ın 33 yıllık iktidarı 31 Mart Ayaklanması’nın bastırılmasıyla sona erdi. Önce Selanik’e gönderilen devrik sultan 1. Balkan Savaşı sonrası İstanbul’a geri getirildi ve altı yıl sonra 1. Dünya Savaşı sona ermeden hemen önce Beylerbeyi Sarayı’nda öldü. Osmanlı’nın son güçlü sultanı AKP iktidarının son yıllarında siyasetin gündemine taşındı. Bunda TRT’de yayınlanmaya başlanan ‘‘Payitaht Abdülhamit’’ dizisi rol oynuyor gibi görünse de dış politikada Cumhuriyet Türkiye’sinin ana hatlarının dışına çıkan iktidarın da ‘‘dış mihraklar’’ ‘‘söylemiyle 2. Abdülhamit’le kendisi arasında benzerlik kurma arayışı başat faktör.
Son dönemde müzisyenden kimliğinden çok edebiyatçı kimliğiyle öne çıkan Zülfü Livaneli geçtiğimiz günlerde yayınlanan son kitabı “Kaplanın Sırtında”da Osmanlı’nın son güçlü padişahı 2. Abdülhamit’e alternatif bir projektör tutuyor. Her ne kadar tarihi merkezine almış olsa da ‘Kaplanın Sırtında’’ psikolojik öğeler daha öne çıkıyor. Dahası Livaneli’nin romanını okurken siyah ve beyaz keskinliğinde olmadığınızı hissediyor gri bölgelerde yol alıyorsunuz.
Livaneli ile son romanını, AKP’nin ‘‘100 yıllık ara’’ dediği siyasal tezi ve elbette tüm yönleriyle II. Abdülhamit’i konuştuk.
Son birkaç yıldır II. Abdülhamit keskin bir tartışmanın tam merkezinde yer alıyor. İslamcılar onu “Ulu Hakan” olarak yüceltiyor. Öte yandan islamcı şair Mehmet Akif onu “Kızıl kafir”, “Yıldız’daki baykuş” nitelemişti. Bir kesim ise onu modernizmi sekteye uğratan kişi olarak görüyor. Yaşadığı dönemda Batılı gazetelerin onu “Kızıl (Kanlı) Sultan” olarak resmettiğini de hatırlatmış olayım. II. Abdülhamit’i siz nasıl gördünüz? Bugün niye hala Abdülhamit’i isimlendirme, tanımlama çabası var?
Bugünkü tartışmalar aslında anlamsız. Hiçbir ülke 120 yıl önce ne oldu, ne bitti diye kişiler üzerinden siyasi tartışma yürütmez, yürütmemeli. Çağa bakmalı.
James Webb Uzay Teleskobu, 14,5 milyar yıl öncesini görmemizi sağlıyor. Dünyada başka türlü tartışmalar oluyor, biz ise buralardan kopmuşuz. Abdülhamit’le ve geçmişle olan tartışmanın bitmesine bir parça katkım olur diye bu kitabı yazdım.
Mevcut iktidar bir teoriye dayanarak bugünkü konumuna geldi. Neydi efendim o teori? ‘Osmanlı şeriat devletiydi, büyük atalarımız vardı, bunlar geldiler, dinimizi, dilimizi değiştirdiler. Biz tekrar o geçmişe döneceğiz, 100 yıllık parantezi bitireceğiz.’
Bu kitapla insanlara göstermeye çalıştığım şey şu: Osmanlı son 150 yılında AKP'nin anlattığı Osmanlı değildi. Haneden batılılaşmıştı. Bu bir entelektüel tez. Ben bu kitapla bu tezin benimsenmesini isterim. Hanedana mensup kişiler, padişahlar Batıyı seviyordu, batı eserleri besteliyordu, Fransızca konuşuyordu. AKP ise yolunu Ortadoğu’ya, Araplara çevirdi. 100 yıllık parantez diye bir şey yok, Cumhuriyet modernleşmesi Osmanlı’nın arzu ettiği modernleşmenin devamıydı. Asıl AKP zihniyeti, bu ülke tarihi için parantez! Padişahın değil ulemanın devamılar.
Laik kesim şöyle davrandı: Mademki bunlar Abdülhamit, Osmanlı diyor, bizde o zaman kahrolsun Abdülhamit diyelim. AKP’liler ilk yıllarında Avrupa Birliği’ne hiç inanmadıkları halde AB’ci gibi göründüler ve o dönemin CHP’si de alın buyurun biz zaten istemiyoruz AB’yi dediler. Ben bu kitapla bazı şeyleri yerli yerine oturtmak istedim.
III. Selim öldürüldü, II. Mahmut’a ‘Gavur Padişah’ denildi, canını zor kurtardı. Abdülmecit reformlar yaptı. Abdülaziz Avrupa’ya seyahat etti, oradaki değişimi görüp hüzünlendi. Abdülhamit de bu hattan devam etti. Kız okulları açtı, saati alafrangaya çevirdi. Mesela kendi döneminde bütün önceki dönemlerin iki misli kadar yabancı eser tercüme ettirmiştir. Dualarla hastalığı önlemeye çalışırlardı. O Pastör’den yardım istedi. Bakteriyolojihane-i Şahane adlı bakteriyoloji kurumunu kurdu ve kolera, bilimsel yöntemlerle yok edildi. Bütün bunları yeniden düşünelim. AKP’nin bize dayattığı tezi kabul etmeyelim.
ERDOĞAN’LA HAYAT BİÇİMİ VE GÖRÜŞ OLARAK BENZEMİYOR
Öte yandan Abdülhamid’in kardeşleri Murad ve Reşad isimleri ağza alınmazdı. Burnuyla ilgili kompleksi olduğu için “burun” sözcüğü kullanılamıyordu. Yıldız kelimesi sarayı çağrıştırdığı için yasaktı. Belgrad’dan Yemen’e, Kafkasya’dan Afrika’ya uzanan hafiyeler ağıyla sahte jurnalleri kullandı. Abdülhamit’i Erdoğan’a benzetenler var. Siz ne düşünüyorsunuz?
Hayır. Abdülhamit çocukluğunda Arapça, Farsça, Fransızca dersleri görüyor. İtalyan operasını çok sever. Kendi sarayına opera yaptıran, içki içen, hayatın zevklerine karşı gayet açık bir hanedan üyesi. Beş vakit namaz kılar ama öte yandan da imparatorluktaki bira ve rakı fabrikalarına izin vermiştir. İstanbul’daki ilk bira fabrikası onun özel izniye Bomonti Kardeşler tarafından kurulmuştu. Bir kere hayat biçimi, görüş olarak benzemiyor.
Osmanlı padişahları, batılıların Sanayi Devrimi ile başka bir seviyeye geçtiğini gördüler. Arap medeniyetinden kaçmak için ellerinden geleni yaptılar. Hakikaten batılılar ve zaten fiziki olarak da Avrupa’dalar. Balkanlara kadar imparatorluk uzanmış. Oralardan bizi söküp atmak için batının çevirmediği numara kalmadı ve evet sonunda Anadolu cumhuriyeti olduk. Bu arada cumhuriyeti kuranlar da Rumeli’den geldiler ama şu an bunlarla alakası olmayan bir zihniyet tarafından yönetiliyoruz.
SERVETİNİ ŞAHSİ ÇABALARIYLA ELDE ETMİŞTİ
Servetinin büyük bölümünü yabancı bankalara gönderiyor. Kaynaklar 150’den fazla çiftliği olduğunu yazıyor. Çok sayıda maden işletme imtiyazı ona ait ve vapur işletmesi geliri vardı. Mabeyncisi Sarıcazade Ragıp Paşa’nın sultana yakınlığı sayesinde büyük gelir sahibi olduğu da biliniyor. Dönemle ilgili haksız biçimde zenginleşen ve mevki sahibi olanlar da kayda geçmiş. Buralardan yola çıkarak soruyorum. 1908 devrimine sınıflar sebepler de zemin hazırlamış olabilir mi?
İsraf yapan bir padişah değildi Abdülhamit. Amcası Abdüllaziz ve babası Abdülmecit korkunç derecede israf yaptı. Dolmabahçe Sarayı, neredeyse bir imparatorluk parasını yedi. Abdülhamit, ticaretten gelen biriydi. Servetini şahsi çabalarıyla elde etmişti.
Abdülhamit’in padişah olma düşüncesi ve hırsı yoktu. Çünkü amcası tahttaydı. Sonra ağabeyi Murat’a sıra geldi. Kim derdi ki Murat üç ayda gidecek? Kendisi ticaretle uğraşıyordu. Tarabyalı ünlü Rum Sarraf Zarifi ona şehzadeliği zamanında parayı nasıl kullanacağını öğretti. Kendisi de ticarete meraklıydı. Bugünkü İstanbul Levent’te koyun yetiştiriyor, yün, süt satıyordu. Ticari zekaya sahip biriydi.
İmparatorluğa geldikten sonra ise etrafındakilerin mal mülk edinmesinden rahatsız oldu. Makamlar bile satılıyordu. Tüm bunlardan o kadar yılıyor ki, Tunuslu Hayrettin Paşa’yı sadrazam yapıyor. Adamın Türkçesi yok. Akrabalarına mal mülk dağıtmasın diye bunu yapıyor.
TARAFLARI BÖLER, BİRBİRİNE DÜŞÜRÜRDÜ
33 yıl, üç kıtada hüküm süren biri olarak dünya siyaseti ile satranç gibi oynadığını yazmışsınız. Nasıl yapardı bunu?
Tahta geldiğinde Osmanlı imparatorluğu çöküşe geçmişti. Abdülhamit iktidara geldiğinde kucağında 1877 Osmanlı- Rus harbini buldu. Ruslar Yeşilköy'e gelmişti. İngiltere, Fransa, Rus Çarlığı… Hepsinin İstanbul’da ve Osmanlı topraklarında gözü vardı. Avın başına gelmişler, en büyük parçayı ben alacağım diye plan yapıyorlar. Abdülhamit Alman kayzerini yanına çekiyor, avcılarla oyun oynuyor, onları birbirine düşürüyor.
Abdülhamit kimseye doğrudan karşı çıkmazdı. Hep karşısındaki tarafları böler, birbirine düşürürdü. Mesela Ermenileri doğrudan öldürmedi, Hamidiye alayları ile binlerce Kürdü silahlandırdı. Herkesi birbirine kırdırıp, kenara geçip seyretti.
Ermeni komitacılarının arkasında batı var tabi… Savaş içindeydik, bunlar bize savaş açtı falan diye savunuluyor. Ermeni halkının ne kabahati vardı? Çoluk çocuk, ihtiyar demeden gözlerinin yaşına bakılmadı.
LİVANELİ, ABDÜLHAMİT’İ HAKLI MI ÇIKARIYOR DENİLİYOR
Abdülhamit, Kanun-ı Esasi’yi, tahta çıktıktan kısa süre sonra kaldırdı. Oysa onu tahta geçirenlere verdiği en önemli söz Kanun-ı Esasi’yi uygulamaktı. Fakat öte yandan Osmanlı meclisi Rum, Ermeni, Türk, Arap, Kürt, Laz, Arnavut, Boşnak, Bulgar, Yahudilerden oluşuyordu. Romanın bir yerinde Abdülhamit şöyle söylüyor: “Meclisin çoğunluğu imparatorluktan ayrılmak isteyen azınlıkların elindeydi. Böyle bir duruma hangi devlet dayanabilir? Üstelik harp içindeyken… Türklerin azınlıkta olduğu bir milli meclis, hiç aklınız alıyor mu? Genç Osmanlılar’ın anlamadığı buydu.”
Hakikaten de totaliter bir rejime geçmeden bu kadar milletin olduğu bir imparatorluğu yönetmek mümkün müydü?
Biz bugüne kadar ne okuduk, “Kızıl Sultan” şöyle berbat, böyle rezalet bir adam… Paranoyadan muzdaripti, “Vehmi Hümâyun” denirdi. Vesveseleri ile bilinirdi. Altı yüzyıldır hüküm süren Osmanlı, birçok hükümdarını, şehzadesini cellada teslim etmişti. Abdülhamit, suyunu mühürlenmiş şişelerden içerdi. ‘Paranoïa impêriale’ denir. Yani ‘emperyal paranoya.” Gölgesinden korkuyor, düşünün balıkların karnına bomba yerleştirecekler diye bir ihtimal aklına geliyor. Rüzgarlara zehir bulaştıracaklar diye pencereleri kapatıyor.
Zaten felakete gitmiş, yok olmuş Osmanlının başındasınız. Bir bakıyorsunuz bir buçuk milyon kilometre toprak kaybetmiş. Esas yaptığı kötülük kurduğu hafiye ağları, sansürler, sürgünler yoluyla ülkenin sosyal sermayesini, entelektüel sermayesini yok etmekti. Öldürmedi, büyük ölçüde sürgüne gönderdi. Çoğu gönderdiği muhalife maaş bağladı. Bakın bunlar çok enteresan şeyler.
Solun, cumhuriyetçilerin yazarı Zülfü Livaneli Abdülhamit’i haklı mı çıkarıyor diyenler oldu. Sövmem beklendi. Niye söveyim, niye öveyim? Sadece roman olarak o dönemi hissettirmek istiyorum. Tarih kitapları dönemin bilgilerini, belgelerini verir. Ruhunu hissetmeniz için ise o dönemle ilgili edebiyat eserlerini okumanız lazım.
ABDÜLHAMİT SİNSİ BİRİ
Abdülhamit, komitacılar tarafından Cuma selamlığından dönerken öldürülmek isteniyor. Tesadüf eseri bu saldırıdan kurtuluyor. Fakat bomba yüklü bir arabanın patlatılması sonucu 26 kişi ölüyor. Sonrasında hepsi serbest bırakılıyor, yurt dışına gönderiliyor. Abdülhamit, tüm bunların yazılacağını, tarihe geçeceğini düşündüğü için böyle enteresan bulduğumuz şekilde davranmış olabilir mi?
Sanmıyorum. Abdülhamit, sinsi bir adam. Vardır ya böyle, olaylara doğrudan karışmaz ama alttan alta karışır.
Onları bir gemiye bindirip gönderiyor ama sonra ne yapıyor? O hafta İstanbul’daki Müslüman ahali Kürtler ve Türkler Ermeniler üzerine bir hücum gerçekleşiyor ve birçok Ermeni öldürülüyor. Onun cezasını öyle veriyor ama kendisi doğrudan ortaya karışmıyor. Mithat Paşa, idama mahkum edilmişti İstanbul’da. Sonra onu affetti, Yemen’e gönderdi. Bir sene sonra Mithat Paşa boğuldu.
Bakın size şöyle bir şey anlatayım. Osmanlı, Ruslardan çok çekinirdi. Japonya'yla ilişki kurulmak isteniyor ama Ruslar’dan çekiniliyor. Abdülhamit, İstanbul'dan bir albay komutasıyla Japonya’ya gemi gönderiyor. Rapor Petersburg'a albay komutasında biri gönderildi diye veriliyor. ındaingapur limanında telgraf emriyle adamı general yapıyor. Kafasında hep böyle oyunlar var.
SEVGİLİ KAVALA, SÜRGÜNE GÖNDERİLİRDİ
Abdülhamit’i deviren İttihat Terakki, Abdülhamit’e rahmet okutacak ve onu aratacak kadar baskıcı rejime devam etti.
Dediğiniz gibi Abdülhamit’i arattılar. Abdülhamit insan öldürmüyordu. Onlar gelir gelmez gazeteciler öldürülmeye başlandı. Bugünün durumuyla bakalım. Eğer bizim sevgili arkadaşımız Osman Kavala, Abdülhamit döneminde yaşamış olsaydı ve ona böyle bir düşmanlık beslenseydi, Kavala Girit’e ya da bilemedin Kıbrıs'a sürgüne gönderilecekti.
LENİN, 1908 İÇİN DEVRİM OLAMAZ DEMİŞTİ
Ve fakat kendisini tahta getiren, Kanun-ı Esasi’yi hazırlayan Mithat Paşa’yı öldürttü.
Tabi tabi… Mithat Paşa cinayeti var. Kendisi kabul etmiyor ama hiç kimsenin gücü koskoca sadrazamın gönderildiği sürgünde öldürülmesine yetmez. Korkularıyla hareket eden bir insandı.
İttihat Terakki’ye gelince… O devrin insanları Fransız ihtilalinden feyz aldı. Jön Türkler duvarlara Fransız Devrimi’nin sloganları olan ‘Libertê, Ègalitê, Fraternitê (Özgürlük, Eşitlik ve Adalet) yazarlardı. Aynı dönemde Rus entelijansiyası ise Marx okuyordu, meseleyi kökten kavrıyorlardı. Bizimkiler ise çok nahif kaldı. Lenin hatta “Bunların derdi kötü padişah gitsin, iyi padişah gelsin.'' demişti.
Tam da size 1908 devrimi nasıl bir devrim diye soracaktım.
Devrim değil, devirme hareketiydi. Abdülhamit’i devirip kardeşini getirdiler yerine ki o da kuklaydı. İttihat Terakki doğrudan başa geçmedi. Çok karışık bir devirdir, çok insan öldürülmüştür o dönemde.
O dönemin İttihat Terakki kurucu kadrolarını, Rusya’da devrim yapacak olan kadrolarla karşılaştırın. Troçki'yle, Lenin’le kıyaslayın. Dünyada imparatorluklar bitmiş, ulus devletler çağı başlamış. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının gerçekçi görüşü şu: Biz de kendimizin ulus- devletini kuracağız.
HEYECAN TOPLUMUYUZ, ŞİİRDEN ETKİLENDİK
Namık Kemal, Tevfik Fikret…Bu isimler nasıldı?
Şöyle bir şey anlatayım size. Abdülaziz Paris'e gidiyor. Namık Kemal, Şinasi Paris'te o sırada. Paris Emniyet Müdürlüğü’ne gidiyorlar. Padişahımız buraya geliyor, size de ona da ayıp olur, biz o süre zarfında Londra’ya geçelim diyorlar. Burda acayip bir efendilik söz konusu.
Dünyada bütün dönüşümler kitaplarla olur. Karl Marx bir kitap yazar ve dünya değişir. Rousseau, Voltaire… Bu insanların kitapları ile toplumlar dönüştü. Biz ise heyecan toplumuyuz, şiirden etkilendik. Namık Kemal’in vatan ve hürriyet şiirlerini okuyan gençliği düşünün. Bunlardan bir kadro Manastır Askeriye Lisesi’nde okuyan Mustafa Kemal, Ali Fethi, Ali Fuat gibi gençlerdi. Oradan aldıkları ilhamla Cumhuriyet devrimine kadar geldiler. Mustafa Kemal’in gerçekçi oluşu, hayal görmeyişi, romantik bir insan olmasına rağmen oturup hesabı kitabı yapıyor olması önemli bir özelliğiydi. Hani tarihte şu olsaydı bu olsaydı nasıl olurdu diye düşünülür ya. İttihat Terakki, Talat bey, Enver Paşa tarafından değil Mustafa Kemal tarafından yönetilseydi, Osmanlı onu Harbiye Nazırı yapsaydı tarih başka türlü yazılabilirdi. Atatürk’e karşıyız diyenler bir şey unutuyorlar. Osmanlı’nın en parlak generaliydi Mustafa Kemal. Siz ne yaptınız Osmanlı için de Osmanlı’nın devamıyız diyorsunuz.
MUSTAFA KEMAL, KOMİNİZM HAKKINDA KÖTÜ DÜŞÜNDÜĞÜNÜ YAZAR
Mustafa Kemal’in sola yaklaşımı nasıldı?
Mustafa Kemal Paşa, soldan hoşlanmazdı. Kurtuluş Savaşı sırasında Lenin’le çok iyi ilişkiler kurdu. Sovyetler Birliği’nden yardımlar aldı. Savaşın kazanılmasına bu yardımlar da fayda sağladı ama komünizmi rejim olarak sevmezdi. Mesela İzmir İktisat Kongresi’nde kuracağı rejimin karma, serbest bir ekonomi olacağını çok net olarak ifade ediyor.
Böbreklerinin tedavisi için gittiği Karlsbad’ta anılarını yazmıştı. O günlüğü okuyanlar orada komünizm hakkında ne kadar kötü şeyler düşündüğünü görebilirler.
Türkiye’de üstünkörü bir yaklaşım var. Efendim, solculuk çağdaşlıktır, kadın- erkek eşitliği vs… Eğer çağdaşlık olarak algılıyorsan, Atatürk’ten daha çağdaş insan tabi ki yok. Ama sosyalizmi beğenmiyor ben tarihi mi değiştireyim? Bir takım yalınkat insanlar var. ‘Aaaaa Atatürk solcu değil miydi?’ diye şaşırıyorlar. Entelektüel derinlikle tartışılmadığı zaman her şey havada uçuşur. İşte Kızıl Sultan, Ulu Hakan, sağcı, solcu… Cikletten çıkan fallar, maniler gibi… Tweetle dünya döner mi? Bir tweete cevap yetiştiriyor mesela insanlar. Kimse okuyup, dirsek çürütüp, meseleleri temelden kavramaya zahmet etmiyor. Atatürk meselesi de öyle.
ULEMADAN PADİŞAHLAR ÇOK ÇEKMİŞTİR
Kitabınızdan okuyorum: “Memlekette şeriatı aşmak kolay değildir. Şeyhülislamlar, hocalar, müderrisler, tarikatlar, şeyhler öylesine güçlüdür ki padişah nefes alıp da istediği şeyleri yapamaz.”
Bugün halen din ve ona bağlı unsurlar -tarikatlar, hocalar- çok büyük bir etkiyle belirleyici güce sahip değiller mi? Bu konuda hiç değişilmemiş gibi…
Hatta daha ağırlaşmış bence… O zaman yöneticiler meseleyi farkındalardı. Bir örnek vereyim. Abdülaziz Avrupa seyahatine çıkıyor. Hiçbir Osmanlı padişahı, halifesi ‘gavur toprağı’na ayak basmamış, sefer dışında basamaz. O zaman nasıl olacak denilmiş. Osmanlı’nın en büyük meselesi bu oluyor. Sonunda ulema bir çare buluyor. Çizmelerinin altına İstanbul toprağı konuyor. Komik bir şey ama bugüne bakalım. Televizyonlara çıkıp, konuşanlar var. Hepimiz hayretler içinde kalıyoruz. Şu kadar yaşta çocukla evlenilebilir, hamile kadının sokağa çıkması ayıptır vs. diyorlar. İşte ulema böyle bir şeydi.
Ulemadan padişahlar çok çekmiştir. Hanedanın son büyük ismi Ertuğrul Osman Efendi vardı. Eğer imparatorluk devam etse padişah olacaktı. O açık bir şekilde, benim ailem en çok ulemadan çekmiştir dedi. Bunlar tarihte kalmış meseleler ama ilkeler olarak baktığın zaman Osmanlı meselesinin devamıdır Cumhuriyet ve devam edecektir.
1876- 1908 arası şimdinin sorunlarının orijini sayılamaz mı? Garp ve şark ilişkisi, o kafa karışıklığı, belirsizlik…
Doğru. Biz doğu ile batı arasında kalmış ülkeyiz. Bir kitabımda şöyle demiştim: Biz doğu trapezini bıraktık, boşluğa doğru uçtuk, batı trapezi gelecek karşıdan, onu yakalayacağız diye. O da gelmedi. Biz iki kültüre de tam olarak ait değiliz. Batı kültürünün temeline baktığınızda antik Grekçeyi, antik Yunan’ı, antik Roma’yı, Latinceyi almış olduğunu görürsünüz. Arap dünyası ise zaten kendi. Biz oraya da girsek yabancıyız, diğer tarafa da. Zannediliyor ki Osmanlı Sultanı bütün İslam aleminin halifesiydi. Hayır, değildi. Kabul etmeyenler vardı. Araplar, Türkleri hiçbir zaman sevmediler. Mevali derler. Mevali, Arap olmayan Müslümanlara verilen isimdir. Daha önce köle anlamında kullanılırdı. Vahabilik, Osmanlı’yı parçalamak için kuralları İngiltere’de yazılmış bir tarikattir. Mekke'yi işgal ettiler, iki sene Osmanlı sultanı yerine kendi adlarına hutbe okuttular. Fakat sonra dedeleri İstanbul’a getirilip kafası kesildi. Şimdi bu unutulur mu? Onlar bunu unutur mu?
Dedik ya, ulus- devlet çağı başlamıştı, onun için biz ulus- devletimizi kurabildik. 100 yıl önce olsa olamazdı. Bunlar ise (AKP hükümeti) dünyanın tersine doğru gidiyor. Arap medeniyetine yöneleceğiz diyorlar. Bu çağın gerçeklerine uygun değil. Şimdi dünyanın tersine doğru gidiyorlar. O tarz zenginleşme yöntemleri benimseyelim, o tarz yönetimler kuralım diyorlar. Bu, dünyanın gidişine aykırı bir şey.
20 YILLIK PARANTEZ KAPANACAK
Tarihsel bir kitaptan yola çıktık ama sözleriniz üzerine sormak icap oldu. “Dünyanın tersine doğru gidiyorlar, bu gidişe uygun değiller” diyorsunuz. Seçimde ne bekliyorsunuz?
Başta dedim ya… 100 yıllık parantez diyorlar, ben 20 yıllık parantez olduğunu düşünüyorum. (Zülfü Bey, tam burada uzunca güldü) Bu aslında iki parantez iddiası arasında bir çatışmadır. Bu son parantez kapanacaktır ve Türkiye yine yoluna devam edecektir. Bildiğimiz yolda ve elbette demokratikleşerek… Bu ülkede güzel şeyler olacak diye düşünüyorum. Ülkeler gemi değil ki batsın. Türkiye zengin bir ülkedir. Böyle devam etmez.
Birkaç yıl önce bir yazı yazmıştım. Orada bir şeye dikkat çekmiştim. Bize gelen askerler iki sene, üç sene durur gider. Hep böyle oldu. Niye Franco, Salazar gibi uzun süren sistemler kurulamıyor? Çünkü bizde ordu hep laikti. Dinle arasına mesafe koyulmuştu. Tarihimizde ilk defa milliyetçilik ideolojisiyle, silahla, orduyla dini bir araya getirdiler. Düşünün, ne kadar büyük değişim olmuş. Bu daha uzun olabilir diyordum ama böyle bir rejimi finanse etmek için para lazım ama bunların parası da bitti.
--