Saltanatın kaldırılmasının 100. yılı: "Görevimin emrettiği asıl noktayı hedefe ulaştırmak için asla kararsızlığa düşmedim"
TBMM'nin Saltanatı kaldırmasının üzerinden 100 yıl geçti. Saltanatın kaldırılmasına giden süreçte neler yaşandı? Atatürk, o günleri Nutuk'ta nasıl anlattı haberimizde...
GERÇEK GÜNDEM - Saltanatın kaldırılmasının üzerinden 100 yıl geçti. Bilindiği gibi Büyük Zafer sonrası İtilâf Devletleri ile 11 Ekim 1922'de Mudanya Mütarekesi imzalanmıştı. Artık ülkenin temsilcisi Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, barış masasına oturabilirdi. Ama İtilâf Devletleri, İstanbul Hükümetini de masada görmek istiyorlar, Lozan Barış Konferansı'na Ankara'nın yanında İstanbul'dan da temsilci gönderilmesini talep ediyorlardı.
Mustafa Kemal, Barış Konferansı'na gönderilecek delege heyeti konusundaki çalışmalar sonucunda Barış Konferansına gidecek heyetin başkanlığını İsmet Paşa'nın yapmasına karar vermişti. İstanbul Hükümeti de barış konferansı için hazırlıklar yapıyordu.
İSTANBUL HÜKÜMETİN VARLIĞI ARTIK SÖZ KONUSU DEĞİL
Sadrazam Tevfik Paşa Mustafa Kemal Paşa'ya bir telgraf göndermişti. Bu telgrafta, zaferin İstanbul ile Ankara arasındaki ikiliği kaldırdığını, ulusal birliği sağlamış olduğunu belirtiyor, Barış Konferansı'na her iki tarafın da davet edilmesinden dolayı, milli menfaatler adına, birlikte hareket edilebilmesi için gerekli talimatların verildiği bir şahsın Ankara'dan İstanbul'a gönderilmesini istiyordu. Halbuki İstanbul hükümetinin siyasi varlığı artık söz konusu değildi.
Mustafa Kemal Paşa ise, çektiği telgrafta, Türkiye Devleti'nin tek temsilcisinin Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin olduğunu söylüyor, "gayr-i meşru" ve "gayr-i hukukî" heyetlerin devlet işlerine karışmamalarını istiyordu.
İstanbul Hükümeti’nin gerek kazanılan zafere, gerekse Lozan Barış Konferansı'na gidecek heyete ortak olma eğilimini sürdürmesi, İtilâf Devletlerinin Mudanya Mütarekesi'ne rağmen Türkiye'yi ikili bir yönetim içinde görmeyi sürdürmeleri Ankara Hükümeti açısından saltanatın kaldırılması adımlarını hızlandırmıştır.
MECLİS, SALTANATI KALDIRDI
30 Ekim ve 1 Kasım 1922'de yapılan görüşmelerle TBMM, Hilâfet ve Saltanat birbirinden ayırarak saltanatı kaldırma kararı vermiştir. Böylece fiilen varlığı tartışmalı Osmanlı Saltanatı hukuken ve resmi olarak da tarihe karıştı.
İstanbul Kabinesi, 2-3-4 Kasımda Ankara Hükümetinin Saltanatın kaldırılması kararı karşısında nasıl hareket edeceklerini görüştü. Görüşmeler sonucunda İstanbul Hükümeti istifa etme kararı aldı. İstanbul Hükümeti'nin istifası Refet Paşa tarafından 4 Kasım günü Ankara’ya bildirdi.
VAHDETTİN, İNGİLİZ ZIRHLISIYLA ÜLKEYİ TERK ETTİ
Böylece 623 yıllık Osmanlı hanedanı iktidarı son buluyordu. Son padişah Vahdettin ise 7 Kasım 1922’de İngiliz Kraliyet Donanması'na ait "Malaya" zırhlısıyla Malta’ya doğru yol alıyordu.
ATATÜRK NUTUK'TA ANLATTI
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’ta, Saltanatın kaldırılmasını şöyle anlattı:
"Efendiler, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmış olduğunu, yeni bir Türkiye Devleti'nin doğduğunu, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu gereğince hâkimiyet haklarının millete ait bulunduğunu ifade eden bir önerge hazırlandı. Sekseni aşkın arkadaşa imza ettirildi. Bu önergede benim de imzam vardır. Bu önerge okunduktan sonra, ciddi olarak muhalif duruma geçenlerin başında iki kişi vardı. Bunlardan biri Mersin Milletvekili bulunan Salâhattin Bey'dir. İkincisi, İzmir'de asılan Ziya Hurşit'tir. Bunlar Saltanat'ın kaldırılmaması görüşünde olduklarını açıkça belirttiler.
Gerçekten de 1 Kasım 1922 tarihli kanun gereğince, Hilâfet ile Saltanat biribirinden ayrıldı. İki buçuk yılı aşan bir zamandan beri fiilen hükmünü yürüten milli saltanatın varlığı kabul edildi. Hilâfet, açıklık kazanmış bir hakka sahip olmaksızın bir süre daha bırakıldı.
Efendiler, bu konuda zabıtlara geçmiş yeterince bilgi vardır. Konunun özel yönleri ile ilgili noktalar, belki yüce hey'etinizi ilgilendirir düşüncesiyle, bazı bilgiler sunacağım:
Bilindiği gibi, "Saltanat" ve "Hilâfet" makamları ayrı ayrı ve birleşmiş olarak önemli meselelerden sayılmaktaydı. Bunu doğrulayan bir hatıramı anlatayım:
1 Kasım 1922 tarihinden önce, muhalifler, Meclis çevresinde benim saltanatı kaldıracağım yolunda telaşlı ve heyecanlı propaganda yapıyorlardı.
Rauf Bey, bir gün Meclis'teki odama gelerek benimle bazı önemli konuları görüşmek istediğini ve akşam Keçiören'de Refet Paşa'nın evine gidersem daha güzel konuşabileceğimizi söyledi.
Rauf Bey'in teklifini kabul ettim. Fuat Paşa'nın da orada bulunmasına izin vermemi istedi. Onu da uygun gördüm. Refet Paşa'nın evinde dört kişi toplandık. Rauf Bey'den dinlediklerimin özeti şuydu:
"Meclis, Saltanat makamının belki de Hilâfet'in ortadan kaldırılması görüşünün benimsenmiş olduğu endişesiyle üzgündür. Sizden ve sizin ileride benimseyeceğiniz tutumdan şüphe etmektedir. Bu bakımdan Meclis'e ve dolayısıyla millet kamuoyuna güven vermeniz gerektiğine inanıyorum."
RAUF BEY'İN VE DİĞER PAŞALARIN SALTANAT VE HİLÂFET KONUSUNDAKİ DÜŞÜNCESİ
Rauf Bey'den Saltanat ve Hilâfet konusundaki kanaat ve düşüncesinin ne olduğunu sordum.
Verdiği cevapta şu açıklamalarda bulundu: "Ben," dedi, "Saltanat ve Hilâfet makamına vicdanımla ve duygularımla bağlıyım. Çünkü benim babam, Padişah'ın ekmeği ve nimetiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti'nin ileri gelen adamları sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim ve olmam. Padişah'a bağlılık borcumdur. Hâlife'ye bağlılığım ise terbiyem gereğidir. Bunlardan başka, genel bir görüşüm de vardır. Bizde milleti ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. 0 da Saltanat ve Hilâfet makamıdır. Bu makamı ortadan kaldırıp onun yerine başka nitelikte bir makam getirmeye çalışmak felâkete ve büyük acılara yol açar. Bu da asla doğru olamaz."
Rauf Bey'den sonra, karşımda oturan Refet Paşa'nın görüşünü sordum. Refet Paşa'dan aldığım cevap şuydu: "Rauf Bey'in düşünce ve görüşlerinin hepsine katılırım. Gerçekten de bizde padişahlıktan ve halifelikten başka bir idare şekli söz konusu olamaz."
Ondan sonra, Fuat Paşa'nın düşüncesini öğrenmek istedim. Paşa Moskova'dan yeni döndüğünden, durumu, halkın duygu ve düşüncelerini daha yeterince incelemeye vakit bulamadığından söz ederek, görüşülen konu üzerinde kesin bir düşünce ve görüş ileri süremeyeceğini bildirdi ve özür diledi.
Ben, karşımdakilere kısaca şu cevabı verdim:
- "Üzerinde durduğunuz konu bugünün işi değildir. Meclis'te bazılarının telaş ve heyecana kapılmalarına da gerek yoktur."
Rauf Bey, bu cevabımdan memnun göründü. Fakat şu veya bu şekilde bu konu etrafındaki görüşmelere yine devam edildi. Akşam üzeri başlayan konuşmalarımız, bütün gece, sabaha kadar uzadı. Rauf Bey'in bir şeyi sağlama bağlamak istediğini hissettim.
Benim Hilâfet ve Saltanat ve ileride şahsen alabileceğim durumla ilgili olarak kendilerine söylediğim ve inandırıcı buldukları sözleri bana kürsüden bizzat Meclis'e karşı söyletmek... Kendilerine söylediğim sözleri olduğu gibi Meclis'e karşı söylemekte de bir sakınca görmediğimi bildirdim. üstelik bu sözleri kurşun kalemle bir kâğıt parçasına yazarak ertesi gün bir sırasını düşürüp Meclis'te söyleyeceğime söz verdim. Verdiğim bu sözü yerine de getirdim.
Benim bu konuşmam muhaliflerce, Rauf Bey'in başarısı olarak sayılmış ve kendisi takdir edilmiş...
MECLİS'TE SALTANAT'IN KALDIRILMASI GÖRÜŞÜLÜRKEN RAUF BEY'E VERDİĞİM ROL
Efendiler, belki birtakım kimselere göre Rauf Bey, üzerine aldığı görevi yerine getirmişti. Ben de açıkladığım üzere, genel ve tarihî görevimin o güne âit safhasını tamamlamıştım. Ancak, genel görevimin emrettiği asıl noktayı hedefe ulaştırmak ve uygulamaya geçmek gerektiği zaman da asla kararsızlığa düşmedim.
Tevfik Paşa'nın telgrafları dolayısıyla Saltanat'ı Hilâfet'ten ayırmaya ve önce Saltanat'ı kaldırmaya karar verdiğim zaman, ilk yaptığım işlerden biri de, derhal Rauf Bey'i, Meclis'teki odama çağırmak oldu. Rauf Bey'in, Refet Paşa'nın evinde sabahlara kadar dinlediğim düşünce ve görüşlerini hiç bilmiyormuşum gibi davranarak, ayakta, kendisinden şu istekte bulundum:
- "Hilâfet ve Saltanat'ı biribirinden ayırarak Saltanat'ı kaldıracağız! Bunun doğru olduğu konusunda kürsüden bir konuşma yapacaksınız! "
Rauf Bey ile bundan başka bir tek kelime konuşmadık. Rauf Bey odamdan çıkmadan önce, aynı maksatla çağırmış olduğum Kâzım Karabekir Paşa geldi. Ondan da aynı şekilde konuşmasını rica ettim.
Efendiler, o tarihe ait Meclis tutanaklarında görüldüğü üzere, Rauf Bey, kürsüden bir iki defa görüştü ve hatta Saltanat'ın kaldırıldığı günün bayram olarak kabul edilmesi teklifini de ortaya attı!
Burada bir nokta, kafalarda düğüm olarak kalabilir. Bana, Padişah'a bağlılığı borç bildiğinden, Saltanat makamı yerine başka nitelikte bir makamın getirilmesine çalışmanın felakete ve büyük acılara yol açacağını söylemiş olan Rauf Bey, benim yeni kararımı öğrendikten sonra ve hele kararımın desteklenmesi ve Saltanat'ın kaldırılması için Meclis'te bir konuşma yapmasını teklif etmem karşısında, ne düşündüğünü bile söylemeden boyun eğmiştir.
Bu tutum ve davranış nasıl yorumlanabilir? Rauf Bey eski inanç ve görüşlerini değiştirmiş miydi? Yoksa bu görüşlerinde esasen samimi değil miydi?
Bu iki noktayı biribirinden ayırmak ve biri üzerinde kesin bir yargıya varmak güçtür. Efendiler, böyle şüpheli bir yargıda bulunmaya girişmektense, durumun daha iyi anlaşılmasını kolaylaştıracak bazı safhaları, işlemleri ve tartışmaları yüksek hey'etinize hatırlatmayı tercih ederim.
TEŞKİLÂT-I ESASİYE, ŞER'İYE VE ADLİYE KOMİSYONLARININ ORTAK TOPLANTISI
Efendiler, 31 Ekim 1922 günü Meclis toplanmadı. 0 gün Müdafaa-yı Hukuk Grubu toplantısı oldu. Bu toplantıda, Osmanlı Saltanatı'nın kaldırılmasının zarurî olduğunu anlattım.
1 Kasım 1922 günü yapılan Meclis toplantısında, aynı konu uzun tartışmalara uğradı. Meclis'te de geniş bir konuşma yapmak gereğini duydum.
İslâm ve Türk tarihinden örnekler vererek Hilâfet ve Saltanat'ın ayrılabileceğini, millî hâkimiyet ve saltanat makamının Türkiye Büyük Millet Meclisi olabileceğini, tarihi olaylara dayanarak açıkladım.
Hülagü'nün Halife Mu'tasım'ı idam ettirerek yeryüzünde hilâfete fiilen son verdiğini ve 1517'de Mısır'ı alan Yavuz, ünvanı Halife olan bir mülteciye önem vermeseydi, hilâfet ünvanının günümüze kadar miras kalmış bulunamayacağını anlattım.
Bundan sonra bu konu ile ilgili önergeler üç komisyona, Teşkilât-ı Esasiye, Şer'iye ve Adliye Komisyonları'na gönderildi. Bu üç komisyon üyelerinin bir araya gelip, konuyu bizim güttüğümüz maksada uygun bir çözüme bağlaması elbette güçtü. Durumu yakından ve bizzat takip etmek gerekti.
Üç komisyon bir odada toplandı. Başkanlığına Hoca Müfit Efendi'yi seçti. Konuyu görüşmeye başladılar. Şer'iye Komisyonu'nda bulunan hoca efendiler, Hilâfet'in Saltanat'tan ayrılamayacağını, bilinen safsatalara dayanarak iddia ettiler.
Bu iddiaların yersizliğini ortaya koyup çürütmek için serbestçe konuşabilecek olanlar ortaya çıkar görünmediler. Biz, çok kalabalık olan bu odanın bir köşesinde tartışmaları dinliyorduk. Bu şekildeki görüşmelerin istenilen sonuca varmasını beklemek boşunaydı. Bunu anladık.
Sonunda, karma komisyon başkanından söz istedim. Önümüzdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şu konuşmayı yaptım:
- "Efendim, dedim, hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ve tartışmayla verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır."
- "Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hakımıyet ve saltanatına el koymuşlardır. Bu zorbalıklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bu saldırganlara isyan ederek ve artık dur diyerek, hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir."
- "Söz konusu olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten oldubitti haline gelmiş olan bir gerçeği kanunla ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır!."
-"Burada toplananlar Meclis ve herkes meseleyi tabii olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur."
- "Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat, belki de bazı kafalar kesilecektir!"
- "İşin ilim yönüne gelince, hoca efendilerin merak ve endişeye kapılmalarına yer yoktur. Bu konuda ilmi açıklamalarda bulunayım,"
dedim ve uzun uzadıya birtakım açıklamalar yaptım. Bunun üzerine, Ankara milletvekillerinden Hoca Mustafa Efendi,
- "Affedersiniz efendim," dedi, "biz konuyu başka bakımdan ele alıyorduk; açıklamalarınızla aydınlandık," dedi. Konu karma komisyonca çözüme bağlanmıştı!
Sür'atle kanun tasarısı hazırlandı. O gün Meclis'in ikinci oturumunda okundu. Ad okunarak oya konması teklifine karşı, kürsüye çıktım. Dedim ki,
- "Buna gerek yoktur. Memleket ve milletin istiklâlini ebedî olarak koruyacak ilkeleri, yüce Meclis'in oy birliği ile kabul edeceğini sanırım."
"Oya" sesleri yükseldi. Sonunda, başkan oya sundu ve "oybirliği ile kabul edilmiştir," dedi!
Yalnız olumsuzluk bildiren bir ses işitildi: "Ben muhalifim!" Bu ses "söz yok" sesleriyle boğuldu!
İşte Efendiler, Osmanlı Saltanatı'nın yıkılış ve göçüş merasiminin son safhası böyle geçmiştir.
SULTAN VAHDEDDİN'İN İSTANBUL'DAN KAÇIŞI
17 Kasım 1922 tarihli resmî bir telgrafın ilk cümlesi şuydu:
"Vahdeddin Efendi bu gece saraydan ayrılmıştır."
Bu telgrafın bir iki cümlesini daha 18 Kasım 1922 gününe ait Meclis tutanaklarında okumuşsunuzdur. Fakat telgrafın aslında, bu ayrılışa kimlerin yardım etmiş olabileceğinden, kutsal emanetlerin nasıl korunacağından ve daha başka hususlardan bahseden alt tarafı da vardır.
Aynı gün Meclis'te okunmuş bir mektup suretiyle ona ekli ajanslarla yayınlanmış bir bildiri suretini de zabıtlardan bir daha okuyalım:
"17.11.l922 Mektup Sureti Bir nüshasını ilişik olarak sunduğum resmi bildiride açıklandığı gibi, Zât-ı Şâhâne, İngiltere'nin koruyuculuğuna sığınarak bir İngiliz harp gemisiyle İstanbul'dan ayrılmıştır...."
İmza: Harrington
Mektuba Ekli Bildiri Sureti:
"Resmen bildirilir ki, Zât-ı Şâhâne, bugünkü durum karşısında hürriyet ve hayatını tehlikede gördüğünden, bütün Müslümanlar'ın Halifesi sıfatıyla İngiliz himayesini ve aynı zamanda İstanbul'dan başka bir yere götürülmesini istemiştir."
"İngiliz Fevkalâde Komiser Vekili Sir Newill Henderson, Zât-ı Şâhâne'yi gemide ziyaret ederek Kral Beşinci George'a bildirilmek üzere arzularını sormuştur."
General Harrington'un Ulviye Sultan adında bir hanıma gönderdiği Fransızca bir mektup da vardır. Bu mektup, "Hiçbir karşılık verilmemiş olduğu" notuyla Refet Paşa'ya gönderilmiş. O da, 25 Kasım 1922 tarihinde bize bir suretini göndermişti.
Fransızca mektubun bize gönderilen Türkçe sureti şudur:
Sultan Hanımefendi Hazretleri,
"Şu sıralarda Malta'ya yaklaşmakta olan Padişah Hazretleri'nden, ailesinindurumu hakkında bilgi rica eden bir telsiz aldım. Bu konuda, geçen Cumartesi Yıldız'dan bilgi almış ve Kadınefendi Hazretleri'nin sağlık ve neş'elerinin yerinde olduğunu öğrenmiş ve derhal Zât-ı Şâhâne'ye arz etmiştim."
"Eğer Padişah Hazretleri'nin aileleri hakkında yeni bilgiler lûtfederseniz, onu da derhal Zât-ı Şâhâne'ye sunmakla mutluluk duyarım."
"Zât-ı Şâhâne'nin içinde bulundukları güçlükler dolayısıyla, en samimî dileklerimi Kadınefendi Hazretleri'ne ve pek muhterem ailelerine sunmama izin vermenizi ve en derin saygı ve tazimlerimin kabulünü rica edcrim."
İmza: Harrington
Efendiler, bu son mektup, üzerinde durulmaya değer nitelikte değildir.
Bundan başka, General Harrington'un, İstanbul'daki askerî memurumuza yazdığı mektup ile ekinde yazılanlar üzerinde görüş belirtmeyi de gereksiz bulurum.
Kamuoyunu gerçek durumla karşı karşıya bırakmayı tercih ederim.
O zaman, Saltanat'ı atadan oğula geçirmek gibi yanlış bir usûlün sonucu olarak, büyük bir makam, tantanalı bir ünvan kazanabilmiş bir sefilin, gururu çok yüksek asil bir milleti nasıl utanılacak bir duruma düşürebileceği kendiliğinden anlaşılır. Gerçekten de, her ne sebeple ve ne şekilde olursa olsun, Vahdeddin gibi hürriyetini ve hayatını milleti içinde tehlikede görebilecek kadar âdi bir yaratığın, bir dakika bile olsa, bir milletin başında olduğunu düşünmek ne hazindir!
Şükre değer bir durumdur ki, bu alçak, mirasına konduğu Saltanat makamından millet tarafından atıldıktan sonra, alçaklığını sonuna kadar getirmiş oluyor. Türk milletinin bu işte önce davranması elbette takdire değer. Âciz, âdi, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini kabul eden herhangi bir yabancının koruyuculuğuna sığınabilir; ancak, böyle bir yaratığın bütün Müslümanlar'ın Halifesi sıfatını taşıdığını ifade etmek elbette doğru değildir.
Böyle bir düşünce tarzının doğru olabilmesi, öncelikle, bütün Müslüman milletlerin esir olmaları şartına bağlıdır. Halbuki, dünyada gerçek böyle midir? Biz Türkler, bütün tarihimiz boyuncahürriyet ve istiklâle sembol olmuş bir milletiz!
Değersiz hayatlarını ikibuçuk gün daha fazla ve sefilce sürükleyebilmek için, her türlü düşkünlüğe katlanmakta bir sakınca görmeyen halifeler oyununu da sahneden kaldırabildiğimizi gösterdik. Böylece, devletlerin, milletlerin biribirleriyle olan ilişkilerinde, şahısların, özellikle bağlı bulundukları devlet ve milletin zararına da olsa şahsî durumlarından ve kendi hayatlarından başka birşey düşünemeyecek pespayelerin herhangi bir önemi olamayacağı şeklindeki bilinen gerçeği bir defa daha ortaya koymuş olduk.
Milletler arasındaki ilişkilerde mankenlerden yararlanma yöntemine rağbet etme devrine son vermek medenî dünyanın samimî bir dileği olmalıdır."