Erdal Beşikçioğlu: Sanatçı hep açtır asla doymaz
Erdal Beşikçioğlu, bu yıl tiyatro sezonuna Çehov’un ölümsüz eseri ‘Martı’dan esinlenerek yazılan ‘Nina’ oyunuyla “Merhaba” dedi.
Ünlü Erdal Beşikçioğlu, Posta'dan Oya Çınar'a konuştu.
İşte o ropörtaj:
‘Martı’nın üç ana karakterini sahneye taşıdınız. Baş karakter Nina’yı da eşiniz Elvan Beşikçioğlu canlandırıyor…
Evet, üç tane bildiğimiz karakter var Martı’da. Trigorin, Treplev ve Nina. Martı’daki aşk üçgeni üzerinden bir devrim ve varoluş sorgulaması var oyunumuzda.
1914 Bolşevik İhtilali sonrasında, o sürecin insan üzerindeki etkisini anlatan biraz tuhaf ve karmaşık bir hikaye. Ama savaşın ve savaşın insan psikolojisi üzerindeki acımasız etkilerinin yanı sıra dönemin ve olayların komik ögelerini de içeriyor tabii.
Fikir nasıl çıktı? Neden bu oyun?
Bazı oyunların seyirciye oynanması fikri çok naif olur ve onları bulduğunuzda repertuarınıza almak istersiniz. ‘Nina’ Tatbikat Sahnesi’nin estetik algısına, dünya görüşüne uyan oyunlardan bir tanesiydi. Çalışması da çok keyifli oldu.
Tatbikat Sahnesi’nin dünya görüşünü nasıl açıklarsınız?
Sistemin arazlarını önce teşhis edip, sonra da kendi içerisindeki sorunlarını çözmeye yönelik bir enerjisi vardır Tatbikat Sahnesi’nin.
Ben kendime bu kadar acımasızken sana mı olmayacağım?
İnsanlar size korkuyla karışık bir hayranlık besliyor. Tanıdığım çoğu kişinin ortak fikri bu. Sizce insanlara böyle hissettiren ne?
Patavatsızlığımdan olabilir (Gülüyor). Ben gördüğümü ve düşündüğümü hiç kıvırmadan, direkt söyleyen bir insanım. Bu, bazı insanlara sert geliyor olabilir. İnsanlar, eksikliklerinin görülmesinden ve dile getirilmesinden pek hoşlanmazlar. Onların durduğu yerden bakınca ben onlara biraz ters geliyor olabilirim. Ama bu benim için doğal bir süreç.
Olması gereken yani…
Kesinlikle! Misal sahnedeki adamın eksiğini söylemezsem o adam kendini nasıl düzeltecek! Pardon, ben kendime o kadar acımasız davranıyorum, sana mı davranmayacağım? Zaten bu eşiği aşınca benimle ilişki kurmak çok kolay oluyor ama aşamazsanız korkuyla karışık tuhaf bir duyguya kapılıyorsunuz işte.
Canlandırdığınız her karakter günlük yaşantımıza girdi. Bu sadece iyi oyuncu olmanızla açıklanabilir mi?
Mesleğimi çok seviyorum ve çok samimiyim. Bundan olabilir... İyi ve kötü kavramıyla ilgilenmiyorum. Beni etkileyen enerjiler ve zamanlamalarla ilgileniyorum. İlginç olanla ilgileniyorum.
Yapılan işin mutlaka doğruyu söylemesi gerekir
İşinizle ilgili ne zaman, neye itiraz edersiniz? Olmazsa olmaz etik kurallarınız neler?
Çok şey var ama en başta o işin doğruyu söylemesi ve doğru söylenmesi gerekiyor. Hedefe uygun bir iş olması gerekiyor. Söyleyeceği söz net olmalı, konunun etrafında dolanmamalı.
Ben eylemimi sahne üzerinde gerçekleştiriyorum
“Ben devrimci değilim, eylemci değilim benim devrimciliğim kamera ‘üç iki bir’ deyince başlar” demişsiniz...
Benim saham tiyatro. İdeolojimi, doğrularımı ve sistemden çıkardığım hataları paylaştığım bir alanım var. O alanda seyircimle bu mevzuyu dile getiriyorum.
Bir bürokrat ya da siyaset adamı gibi olayı başka bir platforma taşımaktan hoşlanmıyorum. Gerektiği yerde, gereken sözü ve davranışı zaten sahnemde sergiliyorum. Dolayısıyla eylemimi sahne üzerinde, sinemada gerçekleştiriyorum.
Bir tiyatro oyuncusuyla herhangi bir oyuncunun hayatı algılaması aynı olmaz
13 yıldır ‘Bir Delinin Hatıra Defteri’ni kapalı gişe oynuyorsunuz ve yıllardır gitmek isteyip bilet bulamayan insanlar var. Bu insanın egosuna tam olarak ne yapıyor?
Tiyatronun egosu paylaştıkça güzelleşen bir şeydir. Olumsuz bir sonuç çıkmaz oradan. “Ooo! Ne güzel... Benim gibi düşünen adamlar var” diyorum. Mesleği tiyatro oyunculuğu olan bir insanın hayatı algılama şekliyle medyadaki herhangi bir oyuncunun algılaması aynı olmayabilir. Ama televizyondaki sistem tamamen farklı ve ben orayla hiç ilgilenmiyorum.
Hiçbir şekilde sokağa, günlük hayata taşmıyor mu o ego?
Ben taşmadığını düşünüyorum. Sokakta bir mahalle abisiyim sadece. Ama çalışma alanına girince elbette değişiyor işler. Camın ne kadar temiz olduğundan tutun, tuvalette tuvalet kağıdının yerinde olup olmamasıyla bile ilgilenirim. Herkesin işini zamanında ve düzenli bir şekilde yapmasını beklerim. Ama buna da ego diyemeyiz bence. İş disiplini bu.
Tatbikat Sahnesi’nin sahneye koyduğu tüm oyunları siz mi yönetiyorsunuz?
Yooo! Ama bazı oyunlar var ki özellikle ben yönetmek istiyorum. Mesela bu oyundan sonra ‘Fahrenheit 451’i sahneye koyacağız, onu ben yönetmek istiyorum. Güçlü bir eserdir o da. Ortaya iyi bir iş çıkacağını düşünüyoruz.
Siz oynarken yönetmene teslim olabilen oyunculardan mısınız?
Yönetmenle tartışabilen bir oyuncuyum. Zaten siz o tartışmayı üretilen eser için yapıyorsunuz. Kendi egonuz için değil. O tartışma da kendi içinde bir neticeye ulaşıyor.
Yaşam kaygılarıma halel getirecek her durumda muhalif duruşum devam edecektir
Bir yandan da siz ne derseniz deyin, Erdal Beşikçioğlu deyince bir muhalif duruş geliyor insanların aklına…
Bu, insan olmakla ilgili. Ben yaşamak için geldim dünyaya ve bu yaşamsal kaygılarıma halel getirecek herhangi bir durum karşısında muhalif duruşum her zaman devam edecektir elbette.
Ben hayata gelmişsem, Tanrı tarafından bu hayat bana bahşedilmişse ve aynı şekilde Tanrı bana “Hayattan zevk al!” diyorsa tabii ki çabam bu yönde olacak.
Bu durumda şayet hayattan zevk alamayacağım eylemler ve sistemlerle karşılaşırsam, bunları ömrüm içinde bir daha görmemek için uğraşırım tabii. Benim derdim budur yani!
Peki Ankara’da yaşadığınız için mi magazine pek malzeme vermiyorsunuz?
Valla magazindeki arkadaşların tuhaf sorularıya karşılaşmamak için gece dışarı çıktığımda, gazetecilerin bulunduğu mekanlara gitmiyorum. Halbuki güzel sorular sorsalar böyle bir kaçışa gerek kalmayacak. Zaten hayatımızın parçası.
Bir karakteri oynarken girdiğiniz ruh hali sizi doyurduğu için çok da ihtiyaç duymuyorsunuzdur belki…
Bir oyuncu asla doymaz! Ölene kadar yani… Hep açtır. Zaten o açlığı onu üretmeye sevk eden en önemli unsurdur. Evet ben bundan belki haz alıyorumdur, şahane, arzu ettiğim bir hikayeyi anlatıyorumdur ama başka bir yerde “Bak bu da doğru ve bu da anlatmaya değer bir hikaye” dediğim yeni bir şeyle karşılaştığımda, bu kez onu kurmaya başlarım kafamda. O yüzden sanatçı hiçbir zaman doyuma ulaşamaz bence. Ulaştığı zaman sanatçı olmaktan çıkar, tüccar olur yani.
O kadınlar beni bir de uyanınca görsünler...
Kadınlar size bayılıyor. “Çok yakışıklı, karizmatik, entelektüel...” Sonsuza giden iltifatlar var.
O kadınlar beni sabah yataktan kalktığımda görseler fikirleri çok değişirdi muhtemelen.
Yakından zor mu böyle hissetmek?
Yani... Hilal olunca başka, dolunay olunca başka (Gülüyor). Zor olduğu zamanlar da var, kolay olduğu zamanlar da. Bilemiyorum ki. Böyle deyince de dengesiz bir ifade mi oldu bilemiyorum ama...
Ben Elvin'le mutsuzluğa da varım
28 yıldır kendiniz gibi oyuncu olan Elvin Beşikçioğlu ile evlisiniz. Katolik nikahı mı sizinki?
Biz Elvin’le birlikte büyüdük. Onu üniversite birinci sınıfta tanıdım. O zamandan beri beraberiz. 1989’da girmişiz konservatuvara, düşün yani.
Bu tek başına durumu açıklıyor mu?
Bence açıklıyor. Bir kere davamız aynı! Çocukluk arkadaşım, gençlik arkadaşım, hayat arkadaşım...
Onca yıldan sonra aşk kalıyor mu gerçekten?
Bilmiyorum ki yaaa! Onu çok da sorgulamıyorum açıkçası. Aşkı kavramsal bir şeye dönüştürmek ne kadar doğru, onu da bilmiyorum.
Hayatınızda “Seninle mutsuzluğa da varım” diyebildiğiniz biri var mı?
Elvin. Hâlâ evli olmam bunun cevabı değil mi zaten!
Belki çok mutlusunuzdur...
Hayatımız hep güllük gülistanlık değildi. Birimiz öğretmen, birimiz memur çocuğu. Konservatuvardan mezun olduktan beş yıl sonra el ele verip birlikte tiyatro yapmak, aslında bir şekilde hayata tutunmak için Diyarbakır’a gittik.
Daha 20-21 yaşlarında iki çocuk düşün... Şimdi de her şey süt liman değil ki. Ama hayatı paylaşmak budur, mutsuzluğu da paylaşmaktır.
“Mutsuzluğa da varım” demek bir razı oluş mu yoksa bir seçim mi?
Şüphesiz çok anlamlı ve derin bir seçim. Zaten siz eğer bir insanla mutsuzluğa da varsanız mutlu olabilirsiniz ancak. Siyahı görmeden beyazın değeri nasıl bilinebilir ki!