Filiz Akın'dan İstanbul Sözleşmesi tepkisi: Kahroluyoruz
Toplumsal olaylara özellikle de kadına yapılan şiddete her fırsatta tepki gösteren Filiz Akın, “Çok önemli bir metin olan İstanbul Sözleşmesi’nin uygulamasının şart olduğunu düşünüyorum” dedi.
Yeşilçamın unutulmaz oyuncularından Filiz Akın, Cumhuriyet'e konuştu.
Toplumsal olaylara duyarlı olan sanatçı, kadına yapılan her türlü şiddete dur denilmeli diyor.
Güzel oyuncu, "Kadınlara yönelik psikolojik, fiziksel, cinsel şiddetle, tecavüzle, tacizle, zorla evlendirmeyle mücadele etmenin temelini anlatan çok önemli bir metin olan İstanbul Sözleşmesi’ni uygulamasının sürdürülmesinin şart olduğunu düşünüyorum." diye konuştu.
Filiz Akın'ın sorulara verdiği yanıtlar şu şekilde:
- Peki bugünün Türk sinemasını nasıl buluyorsunuz?
Artık yeni, gerçekçi sinema filmlerimiz, Almanya Altın Ayı, Fransa Cannes ödülleri gibi bütün festivallerden en büyük ödülleri alan filmlerimiz, yönetmenlerimiz ve oyuncularımız var. Hayranlık duyuyoruz. Nuri Bilge Ceylan, Haluk Bilginer... Ama dizilerimizin başarısı dünyayı şaşırtıyor. Oynamadığı ülke yok. Oynadığı yerde en büyük reytingleri alıyor. Hele bazı oyunculara o kadar hayranlar ki onların dizileri ve filmleri çevirdiği mekânlara turistler geliyor. Ben sinemadan ayrılırken demiştim: “Bir gün dizilerimiz, kendi ülkemizdeki Brezilya dizilerinden, Amerikan dizilerinden daha fazla beğenilecek dünyada. Bu işi yapmayı çok iyi biliyor Yeşilçam dönemi.”
Tek bilen ben olduğum için değil, acıyı, en iyi biz eski Yeşilçam filmlerini dönemi biliyoruz diye.
‘ESKİDEN GÜCE TAPILMAZDI’
- Yeşilçam filmleri bugün hâlâ ilgiyle tekrar tekrar izleniyor. Bence bugünün Türk filmleriyle Yeşilçam'ı ayıran bu. Genelleme yaptığınızda hiçbir Türk filmi defalarca izlenmiyor. Nedir bu Yeşilçam’ın sırrı, büyüsü...
Eskiden biz bir avuç isimlerdik her hafta oynayan filmlerle o zaman başka da bir eğlence olmadığı için seyircide acayip bir tiryakilik yaratıp, ailelerinden biri gibi oluyorduk.
Bir de televizyon olmadığı için bizleri normal bir insan gibi doğal hallerimizle, normal sesimizle, her türlü konuşma şeklimizle görmedikleri için insanüstü varlıklar gibi görüyorlar, sevgileri ikonlaştırmaya varıyordu bu gizem ve ulaşamamazlıkla... Hayallerinde canlandırıyorlardı bizi.
Bir de bugünkü gibi güce ve paraya tapılmadığı bir dönemde olduğunuzu düşünün.
Bütün o masumiyet yıllarında, büyük aşkları, romantizmi, fakir de olsa satın alınamayacak gururu, mahalle dayanışmasını, sevginin gücünü, çile çekmeyi, eski İstanbul’un güzelliğini hep bizimle yaşıyor ve kendi dertlerinden uzaklaşıp bir başka boyuta onların rüyalarını, meslek seçimlerini, eş seçimlerini, isimlerini, hayallerini, umutlarını, tüm hayatlarını etkiliyorduk. Televizyonun gelişiyle bütün büyü bozuldu. Yavaş yavaş insanlar gerçek, sıradan insanlarla karşılaşmaya başladılar. Hayatın gerçek yüzüne, televizyonda yeniden tanık oluyorlar. Artık tekrar efsane yaratmak o dönem şartları olmadığı için çok zor.
Bütün kaybettiğimiz bu güzel değerleri de yaşamımızda çok dikkatli ve saygılı olmaya çalışarak geçirmeye çalışan biz Yeşilçam oyuncularına yükledi seyirci, tüketim toplumunda yitirdiklerini, tüm nostaljik duygularını. Onlar için biz bu değerli sembollerin simgesiyiz onların hayatına, yüreklerine böyle değdik. O çekirdek çitleyerek kah gülerek kah ağlayarak seyrettikleri Açık Hava Sineması’nda...
Onlar için artık biz antika eşyalar gibi benzersiz ve çok değerliyiz galiba. Onun için “Sizler çok farklıydınız bir daha gelmez sizin gibiler” diye değer veriyorlar bize. Yıllar sonra şu kıymetli tespiti öğrendim: Bir gün televizyonda mülakatını seyrederken Spielberg’e “Nedir bu Amerikan filmlerinden başka film seyretme imkânı kalmaması? Sırrınız ne?” dediler. O da “Biz Fransız Sineması’ndan çok faydalanıyoruz, çok entel filmler yapıyorlar. Ama biz senaryo ve çekim ayrıntılarıyla yıllarca uğraşıyoruz ve çok büyük bütçeler aktarma şansımız var. Fransızlar entelektüel filmler yapıp, seyircinin zekasına, birikimine hitap etmek için beyni hedeflediklerinden seyirci kısıtlaması oluyor. Halbuki biz doğrudan yüreği hedefliyoruz. Oraya dokunan filmlerde de Eskimo da aynı yerde ağlıyor, Afrikalı da aynı yerde gülüyor. Ve bu yüzden tüm dünya satın alıyor filmlerimizi. Sırrımız bu” demişti.
- Yeni nesil de bu sayede Yeşilçam oyuncularını tanıyor. Ne hissettiriyor bu size?
Günümüz gençliği hakkında biraz araştırma yaptığımda anladım ki çok genç jenerasyon çok ciddi seyrediyor eski Türk filmlerini. Çünkü onları çeken çok büyük bir olgu var filmlerde.
Kaybettiğimiz manevi değerler, insan doğasında henüz kaybolmamış olan romantizm ve masumiyet… Bugün insanlık iki şeye tapıyor: Para ve güç. Bir yanıyla insanlar onlardan daha zevkli olma, onlarla alınamayan aşkı eski Türk filmlerinde arıyor. Buldukları büyük aşkları o kadar özlemişler ki hiçbir abartılı mantıksızlık onları yıldırmıyor. Israrla seyrettikleri, çoğunlukla bir fotoroman tadında olan filmlerde büyük fedakarlıklar, dostluk, arkadaş dayanışması, en ihtiyaç duyulan anda bile paraya karşı değerlerini savunan, romantizmin en klişeleşmiş unsurları (aşığın yağmurlarda beklemesi, deniz kenarında koşmaları, ağaç altında sohbetler, İstanbul’un o dönemdeki yeşilliği, betonlaşmamış olması, tenhalığı) buluyorlar.
- Yeni dönem Türk Sineması ile Yeşilçam Sineması’nın koşulları açısından farklılıklarını anlatır mısınız?
Filmlerde de zor şartlardan etkilendiğimiz için misal; her gün sabah 5’te kalk valizini, makyajını yap ve çoğunlukla “7.30 Kabataş İskelesi” diye bir laf vardı. Gece, gündüz bazen yemek yemeden (o da sandviç ve tost) saatlerce ayakta ışık provaları, oyun provaları yap. Bazı geceler uyumadan çalış, bazen iki filmde birden çalış. Karlar üstünde gelinlik gibi incecik şeylerle sekiz saat güneşin yatarak çıkmasını hiç kalkmadan bekle, şubat ayında yaz partisi çekiyoruz diye gençlerin eğlencesini göstermek için havuzlara atsınlar ve o buz tutmuş tabaka kırılıp parçaları vücuduna bıçaklar gibi batsın falan filan... Tabi günümüzdeki gibi setlerde ısıtıcılar da pek yok. Uzatmayayım. Dışarıdan çok şatafatlı görünen bir hayatı, biz cumartesi-pazar yok, bayramı yok, yılbaşısı yok, ağır işçi gibi yaşadık sanki. O zaman böyleydi de şimdi farklı ama o günler gibi çok ama çok zor şartlar konforları daha iyi, karavanları var. Makyajlarını, saçlarını, başlarını yapanlar, kostümleri dışarıdan getirip giydirenler, güzel yemekler getiriliyor setlere ama onlar da bizim genelde 1 ayda çektiğimiz filmleri 1 haftada çekmek zorunda oldukları için ömürleri setlerde çok zor şartlarda geçiyor. Gene de erkek oyuncular biraz daha şanslı. Kadınlar kadar makyaj yapılma, saçların kuaför elinden çıkması, sık sık tasarım kıyafet değiştirme kaygıları daha az.
Ama o eski Yeşilçam döneminde de şimdi de kimse gene de işinden vazgeçmez çünkü sinema bir tutkudur. Hiç bitmeyen, bir tutku, büyülü. Hep daha iyisini yapmak hep sınırlarınızı zorlamak ister oyunculuğu aşkla yaparsınız.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ ŞART
- Türkiye'nin en büyük sorunu nedir sizce?
Şimdi korona pandemisiyle uğraşıyoruz. Tüm dünyaya etkileri olduğu gibi Türkiye’ye de etkisi oldu tabi. Her ülkenin kendi içinde yaşadıkları birtakım zorluklar var. Burada önemli olan bizleri ayrıştırmasınlar. Biz bir arada çok güçlüyüz. Her şey siyasileşmese!.. Atatürk Cumhuriyeti’nin kurucu ilkelerini yürekten sahiplensek, herkes birbirine kenetlenip dayanışma yapsa, her konuda herkes kendi kulvarında olsa ve karşılıklı birbirini saygı içinde kabullense daha heyecanlı olmaz mı?
Moral verici üslup önemli son zamanlarda. Halkın, kadın cinayetleri, şiddete karşı hatta hayvanlara işkence, tecavüz gibi konularda birlikte tepki vermesi, toplumun büyük bir bölümünün en ağır cezayı gerektiren konulardaki hassasiyeti, en ağır cezanın verilip acilen uygulamaya konulacağı hususunda tedbirlerin incelenmesi bir umut oldu. Toplumsal eşitlik hassasiyetinin devam etmesi hali çok iyi bir motivasyon kanımca...
Bütün bunların dışında elbette en önemli konumuz kadına şiddet. Hepimiz gördüğümüz, duyduğumuz zaman kahroluyoruz. Kadınlara yönelik psikolojik, fiziksel, cinsel şiddetle, tecavüzle, tacizle, zorla evlendirmeyle mücadele etmenin temelini anlatan çok önemli bir metin olan İstanbul Sözleşmesi’ni uygulamasının sürdürülmesinin şart olduğunu düşünüyorum.
Esas sorunlardan biri de kuşkusuz eğitim... Değişen dünyayı ıskalamamak için bu konudaki çıtayı hızla yükseltmek zorundayız.