İsmail Küçükkaya: ‘Muhabirimin yüzüne bakamıyorum’ diyen yayın yönetmeni var

Gazeteci İsmail Küçükkaya, "31 Mart’tan sonra ülkenin kötüye gideceğini düşünmüyorum." dedi.

İsmail Küçükkaya: ‘Muhabirimin yüzüne bakamıyorum’ diyen yayın yönetmeni var

Bugün 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü. Özel ve içinden geçtiğimiz baskıcı süreç düşünüldüğünde, bilhassa Türkiye açısından daha anlamlı olan bir gün.

Birgün gazetesinden Berkant Gültekin'e konuşan gazeteci İsmail Küçükkaya "Genel yayın yönetmeni olan arkadaşım dedi ki, ‘Çocuk (muhabir) haberi getiriyor. Gazeteye basamıyorum. Önce bir bahane uyduruyorum. Bu kez başka bir şey getiriyor, onu da basamıyorum, yine bir bahane uyduruyorum. Sonunda muhabirlerin yüzüne bakamıyorum.’" dedi.

Söyleşi şöyle;

Siz Fox’a gelene kadar, halkın ekranlarda görmeye alışık olduğu bir yüz değildiniz. Daha önce köşe yazarlığının yanı sıra genel yayın yönetmenliği gibi görevlerde bulundunuz. Gezi eylemlerinin ardından Akşam gazetesindeki işinize son verildi. Kağıttan ekrana geçiş kararını nasıl aldınız, o zamanlar neler düşündünüz ve hissettiniz?

Bu önemli bir soru bence. 5 yıl genel yayın yönetmenliği, ondan önce de Ankara temsilciliği yapmıştım. Yazılı basından geliyorum. Gazete yönetmek benim hayalimdi. Fakat 2013’te ayrılmak durumunda kaldım. O günkü şartlar göz önüne alındığında, uzun süre işsiz kalacağım yönünde bir hissiyatım vardı. Sanıyordum ki, 2-3 yıl daha mevcut iktidar böyle devam eder ve sonra şartlar değişir. Bu nedenle 2-3 yıl zaman kazanmam gerekiyordu. İş bulamayacağımı düşünerek yurtdışına gittim. Hiç olmazsa dedim ki, kendime yatırım yapayım. Amerika’ya gittim. Yıllar evvel yine Amerika’ya gitmiştim. Yıl 1995’ti. San Francisco’ya gitmiştim. Oradaki genel iklim benim için önemliydi. Çünkü Silikon Vadisi’ne bakınca, bizim medyanın geleceği olan dijital gelişim dikkatimi çekti. Kendime o konuda yatırım yapmayı düşündüm. Amerika’ya son gittiğimde de, kendimi mesleğimizin geleceği olarak gördüğüm dijital medyaya hazırlıyordum. Kitaplar okuyup, hocalarla görüşüyordum. 2-3 sonra ülkeme geri döner ve mesleğimi özgürce yapabilirim diye düşünüyordum. Bunun iktidarla bağlantısı da şuydu. O tarih, iktidarın baskılarının arttığı dönemdi. Özellikle medya üzerinde. Ben de zaten öyle bir iklimin sonucunda işsiz kalmıştım. 2-3 yıl sonra medyada yeniden özgürlük havasının eseceğine inanıyordum. Fakat o sürecin bu kadar uzayacağını tahmin etmedim doğrusu. Bunu öngörememiştim. Ben Amerika’da kendime 1-1,5 yıllık bir takvim hazırlamıştım. Sonra Washington’a, kız kardeşimin yanına geçecektim. Orada biraz think tank’ler (düşünce kuruluşları) ile görüşüp çevre edinecektim. Oyun planım buydu.

TELEVİZYONU HİÇ DÜŞÜNMÜYORDUM

Sonra ne oldu?

Fox’un Yayın Yönetmeni, arkadaşım Doğan Şentürk, bir gün beni arayıp davet etti. O ana kadar aklıma hiç böyle bir şey gelmemişti. Televizyon macerası hiç düşünmediğim bir olaydı. Hele sabah haberini hiç düşünmemiştim. Sabah haberi nasıl olur, onu bile bilmiyordum. Ruhum gazeteci ama… Doğan ısrar etti. Ben o tarihlerde yaşam biçimin gereği sabah haberlerini izleyemiyordum doğrusu. Çünkü genel yayın yönetmenliği böyle bir hayatı gerektiriyor, gece uzun saatlere kadar çalışıyorsunuz. O zamanlar sabah haberlerinde iki isim vardı. Biri Fatih Portakal, diğeri İrfan Değirmenci. İkisi de çok başarılıydı ve birbirine rakipti. Ben onları biliyordum tabii ki ama izleyememiştim. Yani bu işin nasıl olacağına ilişkin fikrim yoktu. Ben de arkadaşlara sordum, danıştım. Bana dediler ki, “Fox iyi bir tercih, çünkü Gezi Parkı döneminde biz haberleri orada gördük. Haber saklamadılar.” Bu benim için önemliydi. Siyaseten bir iktidarı destekleyebilir ya da eleştirebilirsiniz. Bunun bir önemi yok. Ama haber saklanmaması benim için önemli. Ben de bunu hesaba katarak ve Doğan Şentürk’e güvenerek kabul ettim. Doğan bana dedi ki, “Biraderim, ben seni uzun yıllardır tanıyorum. Sen iyi bir gazetecisin. Senden başka bir şey istemiyorum. Sen sadece olduğun gibi görün. Sen Türkiye’yi haberlerinle ve yorumlarınla normalleştireceksin.” Türkiye’ye geldim. Önce rakiplerime bakmam gerekiyordu. Tabii Fatih Portakal rakibim değildi ama İrfan’la beraber bu konudaki iki ciddi kişiden biri oydu. İkisinin de bantlarını izledim önce. Nasıl oluyor, nasıl yapıyorlar diye baktım. Sonra üst düzey bir yönetici olan bir meslektaşımla görüştüm. Onunla da oturup, birkaç gün çalıştık ve istişare yaptık. Sonra ben dedim ki, her ikisinin de haberciliği güçlü ama ben kendi ruhumu katmalıyım. İkisinin dışında sabah haberlerine ne getirebilirim diye düşündüm ve kendimce bunu uygulamaya çalıştım. Şimdi 6 yılım bitiyor. Hikâye bu.

Farklı bir haber sunuş tarzınız var. Toplumun daha önce görmediği bir tarz bu. İzleyiciyle samimi bir bağ kurmaya çalışan, onlarla sohbet eden, bununla birlikte sosyal medyayı da etkin kullanan, interaktif haber bültenleri hazırlıyorsunuz. Bu tarzı hangi düşünceyle benimsediniz? Amerika’dayken aklınıza düşen bir şey miydi bu?

İşte ben orada şunu gördüm. Artık monolog şeklinde; bir tane adam çıkacak yorum yapacak, haber anlatacak, böyle bir dünya yok. O devir bitti. Artık şöyle bir şey var. Halk, kendi duygu ve düşüncelerinin yansıtılmasını istiyor. Gazeteciye, haberciye baktığı zaman, bu benim sesim mi, bu benim nefesim mi diye düşünüyor ve bunları görmek istiyor. Günümüzde de büyük teknolojik imkânlar var. İşte telefon elimizde. Instagram, Twitter, Facebook her şey elinizde. Birebir ilişki kuruyor seninle izleyici. Hem Fox Ana Haber hem de Çalar Saat, izleyiciyle birebir yaşıyor. Bu dünya konjonktürüyle ilgili bir şey. Bir de Türkiye’ye özgü bir durum söz konusu. Medya halktan kopmuş. İktidarın da etkisiyle, medyayla halk arasındaki mesafe iyiden iyiye açılmış. Gazeteciler de halka gitmiyorlar. Biz ne yaptık, halka gidelim dedik. Ben her seçim öncesi, en az 30 ilde yayın yaptım. Bu da onun bir parçası. Hem günümüz teknolojisinin sağlamış olduğu imkânları hem de Türkiye’ye özgü koşulların halkımızda yarattığı duyguyu duyurmaya çalışıyoruz.

İKTİDARI KIZDIRMAMA MÜHENDİSLİĞİ YAPILIYOR

Fox TV sabah ve akşam yayınladığı haber bültenleri yoğun ilgi görüyor. Siz bu ilgiyi neye bağlıyorsunuz?

Türkiye’de haberi aktaran mecra sayısı çok çok kısıtlı. Gazetelerde biraz daha var. Bağımsız gazetelere baktığımız zaman BirGün, Sözcü, Cumhuriyet ve Evrensel’i sayabiliyoruz. İnternette de bir nebze var. Ama televizyonların sayısı çok çok sınırlı hale geldi. Özellikle de kitlesel medya dediğimiz reyting kanallarında, bir tek Fox kaldı. Dolayısıyla izlenme durumu, bize olan itimadın göstergesi olduğu kadar, bu boşluğun ve açlığın da işareti. Çünkü tek mecra biz kaldık. Biz de tabii sınavlara girdik, seçim yayınları gibi… Halk baktı bunlar haberleri olduğu gibi veriyor, insanlar bize yığıldı. Biz de şimdi bunun sorumluluğu altında yayıncılık yapmaya gayret ediyoruz. Medyanın büyük bir bölümü itibar kaybetti. Yazılı medyada da böyle. Halkın güveni azaldı. Halk artık habercilik yapılmadığını görüyor. Medyada, iktidarı kızdırmama mühendisliği yapılıyor. Yapılan şey gazetecilik değil. “Biz ne yaparsak, nasıl bir birinci sayfa yaparsak iktidarı kızdırmayız. Biz nasıl bir haber bülteni yaparsak iktidarın şimşeklerini üstümüze çekmeyiz. Biz nasıl bir gazete yaparsak, patronumuz iktidar nezdinde zorda kalmaz ve dolayısıyla bize de baskı yapmaz.” Mühendisliğin formülasyonu da bu. Bizim kanalda böyle bir şey yok, çünkü bizde patron yok. Biz bir tek haber merkezinden müteşekkiriz. Ben bir tek Doğan Şentürk’ü tanıyorum. O da bize editöryal bağımsızlık tanıyor. Tabii ki bir çerçevemiz, herkesin olduğu gibi bir yayın çizgimiz var. Ama bizi kısıtlayan hemen hemen hiçbir şey yok.

Fatih Portakal ile aranızda bir çekişme ya da tatlı da olsa bir rekabet var mı?

Yok, sıfır. Fatih Portakal benim kankam değil. Herkes öyle zannediyor. Ben Fatih’i çok seviyorum. Ama Fatih’le böyle oturup yemek yemişliğim, muhabbet etmişliğim falan yok. Çünkü zamanlarımız uymuyor. Ben sabah 4’te güne başlıyorum. Ben kanaldan çıktığımda o geliyor. Fatih’in buradaki varlığını çok önemsiyorum. Türkiye için, Türk medyası için önemsiyorum. İkimizin tarzları ve bakış açıları farklı. Ama ben ilginç bir denge oluştuğuna inanıyorum. Benim varlığım ona güç veriyor, onun varlığı bana güç veriyor. Birbirini tamamlayan ortaklar olduk. O ana haberci olmak istiyormuş, şimdi çok arzuladığı bir işi yapıyor. Ben de adeta sabah haberi için yaratılmışım. Çünkü sabah insanıyım. Küçüklüğümde de ben simit satmak için sabah ezanlarıyla kalkardım. Garsonken de sabah erken uyanırdım. Üniversiteye hazırlanırken sabah çalışırdım. Ben sabah insanıyım ve sabah haberlerini çok sevdim. Ben şimdi bir tek şey diliyorum. Fatih 10-15 sene bu işi yapsın, ben de 10-15 sene bu işi yapayım.

Türkiye’de iktidarın medyaya olan yaklaşımı neden bu kadar sert ve tahammülsüz?

Çünkü iktidar işlerin iyi gitmediğini görüyor. Yanlış yaptığını biliyor. Medya dediğin ise iktidara hatalarını göstermek zorunda. Şimdi o kadar fazla hata yapılıyor ki, artık bunların gündeme gelmesini istemiyorlar. Bir de müthiş bir fırsat yakalamış. İktidar medyanın büyük bir bölümünü dönüştürdü. Ak Parti’nin iktidara geldiği gün ile bugün arasındaki medya patronaj ilişkilerinin değişimine bakın. Tamamı değişti. O gün medya patronu olan hiç kimse bugün medya patronu değil. En büyükler de dahil olmak üzere… Burada olağanüstü bir mühendislik yaptı iktidar. Bence önceliği medyayı dönüştürmeye verdiler.

HOLGİNGLERİ, MEDYA SAHİPLİĞİ İÇİN TEŞVİK ETTİLER

Bu sermaye medyasının zaafı değil mi? Bağımsız medyanın önemini göstermiyor mu?

Ben şöyle görüyorum. Patron olabilir ama öyle bir sisteminiz olsun ki, patronun medya dışında işi bulunmasın. O zaman olur bu iş. Yani patron, parasını medyadan kazansın. Halka kendisini anlatsın, reklam alabilsin ve satabilsin ya da izlenebilsin. Ama iktidar, diğer sektörlerde yatırımı bulunan patronların medyaya girmesini teşvik etti. Çünkü başka alanlarda işin varsa, yani devletle aranda bir mekanizma varsa, o zaman iktidar seni yönlendirebiliyor. Senin üzerinde baskı kurabiliyor. Medyanın ekonomik büyüklüğü küçük. Ama bir holding düşün. O holdingin vergi, teşvik ve benzeri bütün beklentileri, korkuları, istekleri muazzam para, milyar dolarları buluyor. Fakat medyadan milyar dolar kazanamazsın.

Genel siyasi iklimin yarattığı baskı dışında, siz doğrudan bir iktidar baskısı hissediyor musunuz? Mesela devlet içinden birilerinin sizi zorlayan girişimleri oluyor mu?

Şunu açık şekilde söyleyeyim. Bir ülkede yaşıyoruz ve bu ülkenin bir iklimi var. Geçmişten bugüne getirdiği bazı şeyler var. “Ben kendimi İsviçre’de görev yapan bir gazeteci gibi hissediyorum” dersem yalan olur. Bu ülkenin tarihinde arabasına bomba koyularak, kafasına silah sıkılarak, bir pastanede otururken bombalı paketle öldürülmüş, düşünürler, şairler, yazarlar ve gazeteciler var. Bu ülkenin tarihinde yıllarca cezaevinde yatmış gazeteciler var. Hala devam eden soruşturmalar var. Biz de muhatap oluyoruz bunlara. Benim almış olduğum hapis ve tazminat kararı da var. Bazı davalardan hala yargılanıyorum. Fatih’in de var. Doğrudan kimse bir şey söylemese bile böyle bir iklim söz konusu. Ama mesele şu; siz bu iklimden ne kadar etkileniyorsunuz? Patronum eğer iktidarla bağlantılı biri olsaydı, çok etkilenirdim. “Hiç etkilenmiyorum” demem. Çünkü az çok kafası çalışan, ortalama zekâlı biriyim. Ülkenin ne halde olduğunu görüyorum. Ama görevimi de hakkıyla yapıyorum. Halkının çıkarını koruyan, bunu da hakikat arayışıyla yapan, haberleri alan ve aktaran bir gazeteciyim.

“Baskı hissediyorum ama buna direniyorum” mu diyorsunuz yani?

Ülkenin içinde bulunduğu durumu ve iklimi net olarak görüyorum. Gazetecilere açılan davaları da görüyorum. Ama patronaj baskısı yaşamadığım için bütün bu iklim, beni görevimi yapmaktan alıkoymuyor.

BANA ‘ÇOK SAFSIN’ DİYENLER OLDU

Bir gazeteci olarak hukukun bu ülkede sizi koruyabileceğini düşünüyor musun? Mesela hükümetle sizi karşı karşıya getiren bir davada, yargının tarafsızlığı konusunda içiniz rahat olur mu?

Mesela benim yargılandığım bir dava var. Hapis cezası da yedim. Şu an İstinaf Mahkemesi’nde. O kadar eminim ki; eğer her şeyin doğru işlediği bir mekanizma olsaydı ben oradan beraat alırdım. Ya da sadece tazminat davasına konu olurdu. Ülkedeki adaletin durumunu biliyorum ama yine de ben, yargıya inanma eğilimindeyim. Bunu yaşadığım kişisel olaylardan bağımsız olarak söylüyorum. Sonuçta ne olursa olsun, “Ülkede yargıçlar var” diyebiliyorum. Seçimden sonra, iki hafta boyunca her gün, hukukun üstünlüğü ve yargıç teminatı gibi başlıklar seçtim. Yargıçların talimat almayacağını söyledim. Hatta bunu o kadar fazla yaptım ki, izleyicilerimden çok tatlı mesajlar aldım. Dediler ki, “İsmail Bey siz ne kadar iyi niyetlisiniz, ne kadar safsınız.”

Bunları bir ideal olarak mı söylediniz yoksa iyiye giden bir şeyler mi görüyorsunuz?

Bir kere ben inanmak istiyorum. Bunu da şartları görerek yapıyorum. Pollyannacılık oynamıyorum. Türkiye’de bir yargı birikiminin olduğunu biliyorum. Bir de yargıçları teşvik etmek ve cesaretlendirmek istiyorum. Çünkü bu ülkede beraber yaşayacaksak, hukukun üstünlüğüne dayalı, eşit vatandaşlık temelinde bir demokratik cumhuriyette yaşayacağız. Ben de yargıçlara, “Vatandaşların hukuka olan itimadını sarsmayın” demek istiyorum.

Bugün iktidara yakın medya içinde hala temasta olduğunuz, irtibatınızın sürdüğü kişiler mutlaka vardır. Onlardan neler duyuyorsunuz? Gerçekten dışarıdan göründüğü gibi, ülkedeki her şeyden memnun insanlar mı bu kişiler?

Bazıları çok üzgün ve kaygılı. Özel muhabbetlerimizden bunu biliyorum. Ama bir taraftan da mekanizmanın içindeler ve sistemin bir çarkı durumundalar. Genel yayın yönetmeni olan bir arkadaşım dedi ki, “Çocuk (muhabir) haberi getiriyor. Gazeteye basamıyorum. Önce bir bahane uyduruyorum. Bu kez başka bir şey getiriyor, onu da basamıyorum, yine bir bahane uyduruyorum. Sonunda muhabirlerin yüzüne bakamıyorum.” Bunu söyleyen bir genel yayın yönetmeni. Hükümete yakın medyada böyle mecburiyetten bu işi yapan insanlar var. Bazılarını anlamak ise mümkün değil. Onları zaten kapsam dışı bırakıyorum.

İKTİDAR KENDİ BACAĞINA SIKIYOR

Bu süreçte sizi hayal kırıklığına uğratan birileri oldu mu? “Onun böyle biri olmasını beklemezdim, ne hale geldi” dediğiniz bir meslektaşınız mesela…

Ben kişisel bakmamak gerektiğine inanıyorum. Halkın medyaya olan ilgisi azalınca, bundan ben de etkileniyorum. Olay sadece İsmail Küçükkaya, Fatih Portakal ya da Fox değil ki. Sistemin sürdürülebilirliğini önemsiyorum. Bu yapı böyle devam edemez. Bence bu iktidarın da işine gelen bir durum değil. İktidar medyayı bu şekilde baskı altına alarak kendi bacağına kurşun sıkıyor.

Türkiye’de medyanın geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Düzelecek diye görüyorum. 31 Mart seçimleri, halkta olağanüstü bir umut estirdi. Türkiye büyük bir ülke, kötüye gitmez. Gidiyor ama daha kötüye gitmez. Türkiye dönecek. Nereden biliyorum? Halkının birikimi var, demokrasinin geçmişi var. Ne olursa olsun yine de hukuk var. Medyasında hala çok iyi gazeteciler var. Bireysel, tek başına gazetecilik yapan kişiler bunlar. Tek başına Çorlu’daki tren kazasını takip ediyor. Mustafa Hoş mesela. İnternet dünyasında da gazetecilik yapan pek çok arkadaşımız var. Bence hâkim iklim değişmeye başladı. Halkımız 31 Mart’ta şunu gördü, “Evet, sandıkta olabilir. Ben oyumu kullanırsam, onlar da sahip çıkabilir.” Sayısı bir tane bile olsa, bir bağımsız televizyonun neler yapabildiğini gördü herkes.

ayısı 3-4 tane de olsa, BirGün, Sözcü, Cumhuriyet gibi gazetelerin nasıl habercilik yapabileceğini gördü. Ben işte bu temele inanıyorum. 31 Mart’tan sonra ülkenin kötüye gideceğini düşünmüyorum.

Etiketler
İsmail Küçükkaya