Saray'dan muhalefetin 'Güçlendirilmiş parlamenter sistem' beklentisine cevap!
Tartışmalar devam ederken, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Uçum, Sabah gazetesinde "Güçlendirilmiş parlamenter sistem ne anlama geliyor?" başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Türkiye'de muhalefetin güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüleceğini savunması gündemdeki yerini koruyor. Yapılan kamuoyu yoklamaları da seçmenin çoğunluğunun parlamenter sistemden yana taraf olduğunu gösteriyor.
Tartışmalar devam ederken, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikalar Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum, Sabah gazetesinde "Güçlendirilmiş parlamenter sistem ne anlama geliyor?" başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Uçum, parlamenter sisteminin sorunları olduğunu, Türkiye'yi zaafa düşüreceğini, halkın oy gücünü azaltacağını ve vesayeti geri getireceğini ileri sürdü.
Parlamenter sisteme dönüşün Türkiye için "tam bir karşı devrim" olacağı tezini savunan Mehmet Uçum, "Buna da ülkemizin yurtsever/milli demokrat güçleri, ülke liderliği ve halkımız asla izin vermez" dedi.
Uçum yazısını, "Parlamenter sistemcilerin bu gerici siyasi çizgiyi kesin yenilgiye uğrayıncaya kadar sürdürecekleri belli oluyor. Görünen o ki 2023 seçimleriyle birlikte bu dışa bağımlı gerici siyaset ve ideoloji kesin yenilgiye uğrayacak ve tasfiye olacaktır" diye bitirdi.
“GERÇEKTEN BU MÜMKÜN MÜ”
İşte Uçum'un o yazısı:
Literatürde bir hükümet modeli olarak güçlendirilmiş parlamenter sistem (GPS) diye bir kavram olmadığı halde çeşitli çevreler ısrarla bunu kullanmaya devam ediyor. Oysa bu hükümet modelinin adı parlamenter sistemdir (PS).
Elbette yeni kavramlar geliştirmeye kimse itiraz edemez. Ama öteden beri var olan bir hükümet modelini, güçlendirme vurgusuyla ifade etmenin sorunlu bir yaklaşım olduğuna da işaret etmek gerekiyor. Çünkü "parlamenter sistem madem çok iyiyse neden güçlendirilmişine ihtiyaç duyuluyor" sorusu doğal olarak ortaya çıkar. Yine güçlendirilmiş demek normalinin zayıf veya sorunlu olduğunu kabul etmek anlamına gelir. GPS'yi savunanlar arasında da konuya bu şekilde yaklaşanlar var. Yani mealen söylenirse "PS yetersiz o yüzden GPS'yi savunuyoruz" diyenlerde bulunuyor.
Aslında GPS savunucuları daha baştan niyetlerini ele veren iki zımni yargıyı açık etmiş oluyorlar. Birincisi parlamenter sistemin sorunlu olduğunu kabul ediyorlar. İkincisi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin (CHS)'nin işlevselliğini ikrar etmiş oluyorlar. Daha önce eksikliğini hissetmedikleri ama CHS'den sonra birden (!) farkına vardıkları PS'ye ait tüm sorunları da sistemi güçlendirerek aşacakları iddiasında bulunuyorlar. Gerçekten bu mümkün mü?
Bu soruya cevap verebilmek için parlamenter sistemi güçlendireceği ileri sürülen görüşlere bakmak gerekir. Kamuoyuna yansıyan GPS yanlısı görüşlere bakıldığında birkaç husus hariç aslında hükümet sistemiyle ilgili olmadığı görülüyor. İleri sürülen tüm görüşleri başka bağlamlarda değerlendirmek mümkün olmakla birlikte burada sadece hükümet sistemiyle bağlantılı ortaya konan bazı hususlara değiniliyor.
PARLAMENTER SİSTEMİ GÜÇLENDİRMEK İÇİN İLERİ SÜRÜLEN BAŞLICA GÖRÜŞLER
GPS çerçevesinde ileri sürülen görüşlerden hükümet sistemiyle doğrudan ilgili olan başlıca iki husus öne çıkıyor.
Bu hususlardan ilki hükümetin kuruluş yetkisini halkın elinden alıp meclise vermektir. Evet meclisi de halk seçiyor ama bu öneriyle halkın hükümeti doğrudan seçme gücü ortadan kaldırılıyor. Böylelikle hükümet ile halk arasında kurumsal ara yapılar inşa edilerek demokratik siyasi liderlik bir anlamda izole ediliyor.
İkincisi parlamenter sistemde sıkça rastlanan hükümet krizlerini azaltabilmek için "kurucu/yapıcı güvensizlik oyu" getirmektir. Bunun anlamı meclis bir hükümeti ancak yeni başbakanı belirledikten sonra düşürebilir. Buna göre meclisin işbaşında olan bir hükümete güvensizlik oyu verebilmesi için önce yeni hükümetin başbakanının ismi üzerinde anlaşması gerekir.
Bu iki hususun da parlamenter sistemi "güçlendirmeye" yaramayacağı açıktır.
Halkın doğrudan hükümeti seçme hakkını ortadan kaldırmak hükümete güç kazandırmaz tam tersine parlamento içinden kurulacak hükümetlerin daha zayıf olmasına sebebiyet verir. Çünkü parlamenter hükümetler halkın doğrudan gücüne değil dolaylı gücüne dayanır.
Bu dolayım içinde de birçok aktör ve dinamik sürece girerek hükümet zafiyetlerine sebebiyet verir. Ayrıca zaten parlamenter sistemde hükümetler meclis içinden kurulduğu için yapılan bu öneri yeni bir unsur değil eskiye dönüş talebidir.
Türkiye için yeni bir öneri olarak getirilen yapıcı güvensizlik oyu ise düşürülen hükümetten sonra yeni hükümetin kuruluşunun gecikmesinden kaynaklanan sorunları önlemeye çalışıyor, PS'nin ana sorunlarını çözmüyor.
Dolayısıyla kurucu/yapıcı güvensizlik oyu olsa bile PS'nin şu ana sorunları devam edecektir:
· seçim sonrası hükümet kuruluşunun gecikmesi,
· iki seçim arasında kısa süreli ve istikrarsızlık üreten hükümetler oluşması
· sık sık seçime gidilerek siyasi istikrarın bir türlü sağlanamaması.
Ayrıca belirtmek gerekir ki kurucu/yapıcı güvensizlik oyu hükümet istikrarsızlığına gerçek çözümden ziyade esasen hükümet kurmak için daha fazla pazarlık yapılmasını da gündeme getirecektir.
İhtimal o ki ya güvensizlik oyundan önce bir başbakan üzerinde anlaşılamayacak ve yetersizliği kabul edilen bir hükümet, güvensizlik oyu verilemeyeceği için varlığını sürdürecektir. Veya başbakan üzerinde anlaşabilmek için her türlü pazarlığa ve güç paylaşımına mecbur olunacak böylece yetersiz bir hükümeti düşürüp sorun üretme kapasitesi yüksek bir hükümet kurulacaktır. Her iki ihtimalde de hükümetle ilgili zafiyet ve kriz hali varlığını sürdürecektir.
Bu noktada PS'cilerin hükümet krizlerine karşı, hükümeti kurarken basit çoğunluk, düşürürken salt çoğunluk aranması şeklinde bir önerileri de bulunuyor. Ancak bu önlemin de PS'nin yukarıda belirtilen ana sorunları için bir çözüm olmadığı aşikardır.
Bunların dışında ileri sürülen başka bir görüş parlamenter sistemde bakanların milletvekili olması sebebiyle daha güçlü olduğudur. B
ir kere seçilmiş bakan ifadesi kullanılarak kavramsal ve teknik bir hata yapılıyor. Parlamenter sistem de olsa bakanlar seçimle değil atamayla göreve gelir. Seçilen bakan değil milletvekilidir. Bakanların genellikle milletvekilleri arasından atanması onları seçilmiş bakan yapmaz.
İkincisi parlamenter sistemde bakanların illa seçilmiş milletvekilleri arasından atanması zorunluluğu da yoktur. Meclis dışından her zaman bakan atanabilir.
Üçüncüsü ise güçlü bakanın varlığı ve bakanlar kurulunun oybirliğiyle hareket etme zorunluğu güçlü hükümet anlamına gelmez tam tersine çoğunlukla yürütme gücünün dağılması ve hükümet etme becerisinin zayıflaması sonucunu doğurur. Tek parti hükümetlerinde dahi bu sorunların yaşandığı gözlemleniyor. Koalisyon hükümetlerinde ise sık sık sorun çıkıyor sorun olmadığı zaman da sürekli bir kriz potansiyeli söz konusu oluyor.
Sonuçta GPS olarak adlandıran model aslında net bir şekilde klasik parlamenter sistemden başka bir şey değildir. Güçlendirilmiş ifadesiyle parlatılmaya çalışılsa da hem genel olarak hem ülkemize özgü çok boyutlu sorunları olan parlamenter hükümet modeli yeniden Ülkemizin başına bela edilmek isteniyor. Peki tüm bu gerçekliğe rağmen bazı çevrelerce parlamenter sisteme dönüş için niçin ısrar ediliyor. Bunun cevabı ise GPS'nin ideolojik kodlarında saklıdır.
TÜRKİYE'Yİ, YÜRÜTME GÜCÜNÜ DAĞITARAK ZAAFA DÜŞÜRMEK
Parlamenter sistem gücün dağıldığı, her odağa bir güç alanı düştüğü, kaos ve zaaf üreten bir sistem olduğu için her türlü irili ufaklı odak PS'ye geçme hevesini siyasete dönüştürmeye çalışıyor. Bunun için ittifaklar kuruluyor. Oysa günümüz dünyasında ülkeleri güçlü ve dayanıklı kılan en önemli yapılardan birisi kuvvetli bir icraya yani güçlü yürütmeye sahip olmaktır. Türkiye son iki buçuk yılda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin varlığı sayesinde birçok badireyi başarılı şekilde veya en az zararla atlattı.
Ayrıca iç ve dış süreçlerde birçok ileri hamle yapmayı başardı. PS'ye dönüş öncelikle Türkiye'nin bugün CHS ile sahip olduğu güçlü yürütme fonksiyonunu tasfiye etme amacına yöneliktir. Bu şekilde sömürgeci küresel güçler kendileriyle iş birliği içerisinde olan iç güçlerle birlikte çıkarlarına uygun bir Türkiye tasarlamayı başaracaklarını umuyorlar. Daha da önemlisi Türkiye'nin coğrafi bütünlüğünü ve siyasi birliğini bozmaya yönelik yüzyıldır devam eden hesapları artık hayata geçirmek için daha uygun koşullar oluşturmayı planlıyorlar.
HALKIN OY GÜCÜNÜ AZALTMAK
PS'ye dönüşü savunanlar bilindiği gibi hükümetin meclis içinde kurulmasını istiyor. Dolayısıyla anayasa gereği yürütme gücüne (yetkisi ve görevine) sahip cumhurbaşkanının halk tarafından seçilerek halkın hükümeti doğrudan kurma hakkı elinden alınmak isteniyor. Böylelikle halkın oy gücünü azaltmak, halkın doğrudan seçim yoluyla devlet üzerinde var olan etkisini zayıflatmak hedefleniyor. Bu konuda PS'ye geçip cumhurbaşkanını seçme hakkının halkın elinde kalmasını savunmak da bir fark oluşturmaz.
Çünkü bu halde de her ne kadar halkın merkezi açıdan iki oy hakkı devam etse de doğrudan hükümet kurma hakkı elinden alınarak yine oy gücü azaltılmış olur. Ayrıca parlamenter sistemde halk tarafından seçilen cumhurbaşkanı ile meclis içinden kurulan hükümetin yürütme içerisinde güç çatışması yaşayarak çeşitli sorunlara sebebiyet verebildiği ülkemiz pratiğinde görüldü. Bundan olsa gerek PS'ye dönmeyi savunanların ağırlıklı görüşü halkın merkezi olarak sahip olduğu iki oyun teke indirilmesidir.
Yani geçmişte olduğu gibi halkın sadece meclisi seçmekle yetinmesi buna karşılık cumhurbaşkanının ise meclis tarafından seçilmesi savunuluyor. Görüldüğü gibi PS savunucuları esas itibarıyla siyasal sistemin işleyişinde halkın iradesini mümkün olan en alt seviyeye düşürmeye çalışıyor. Bununla ulaşılmak istenen yer ise milli egemenliği parçalayarak yeniden ve bu kez daha güçlü bir bürokratik-kurumsal egemenlik oluşturmaktır.
BÜROKRATİK-KURUMSAL VESAYETİ İHYA ETMEK
Egemenliğin kullanımını yine eskiden olduğu gibi parçalı hale getirip milli egemenliği mümkün olduğunca etkisizleştirme çabası PS savunucularının diğer önemli amaçlarından biridir.
Cumhurbaşkanının tarafsızlığını istemek ayrıca PS'de bile cumhurbaşkanının halk oyuyla seçilmesi mümkün iken bunu dahi savunamayıp cumhurbaşkanının meclis tarafından seçilmesini önermek cumhurbaşkanının pozisyonunun yeniden bir vesayet makamı olması planı içindir.
Yine Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) ve Anayasa Mahkemesi (AYM) üye seçimlerine yönelik öneriler, demokratik iradeye kapalı bir yargı idaresiyle ve yargı mercileriyle yargısal aktivizmi kurumsal hale getirmek hedefine yöneliktir. Hatta önerilen HSK yapısı/yapıları bakımından seçilmiş irade tarafından atanan adalet bakanı ve yardımcısının HSK'dan çıkarılması da yargı idaresinde en ufak bir demokratik meşruiyet etkisine dahi tahammülsüzlüğün bir göstergesidir. Dolayısıyla yargı erkini egemenliğin bir işlevi olmaktan çıkarıp, parçalanan egemenlik içinde vesayetçi egemenlik gücüne dönüştürmek hedefleniyor. Oysa yargı erki milli egemenliğin bir fonksiyonu olarak millet iradesi aleyhine değil millet adına karar vermesi gereken bir kuvvettir.
Bunu temin için yargının idaresinde demokratik meşruiyeti gerçekleştirmek zorunludur. Bu da ancak yargının idaresini yapan HSK üyelerinin seçiminde halkın iradesini etkili kılmakla olur. Dolayısıyla halkın seçtiklerinin (meclis ve cumhurbaşkanının) HSK üyelerini seçmesi demokratik meşruiyetin tek güvencesidir. PS savunucularının bu konudaki önerileri ya seçilmiş iradeleri tamamen devreden çıkarmaya veya etkilerini son derece azaltmaya dönüktür.
Elbette açıkça dillendirmeye cesaret edemedikleri ve örtük olarak ifade edilen bir diğer konuda ordu-seçilmiş irade ilişkisinde de eskiye dönme özlemidir. PS savunucularının hiçbirisi 15 Temmuz sonrasında ve 16 Nisan'da yapılan yasal ve anayasal değişikliklerle ordunun yönetimini tamamen seçilmiş iradeye bağlayan düzenlemeleri koruyacaklarını beyan etmedi. Tam tersine bu konuyu da kapsayan hem yasal değişikliklere hem de anayasa değişikliklerine kül halinde karşı çıkarak aslında nasıl bir niyet içinde olduklarını belli ettiler. Hatta CHS ile birlikte ordunun seçilmiş iradeye tam bağlı olmasından duydukları derin rahatsızlığı milli orduya hakaret ederek gösterdiler.
Yine sivil bürokrasiye ilişkin getirilen çeşitli önerilerle de idari bürokrasiyi yeniden siyasi bürokrasiye dönüştürerek seçilmiş iradeyi bir de bakanlıklar üzerinden kısıtlama çabası fark ediliyor.
Dikkat edilirse bu bağlamdaki önerilerin hepsi tamamen eskiye dönüşe işaret ediyor. Yargı bürokrasisi, idari ve askeri bürokrasi ve en tepede vesayetçi bir Cumhurbaşkanlığı makamıyla bürokratik-kurumsal vesayetin ihyası amaçlanıyor. Böylelikle milli egemenlik bir kez daha parçalanacak ve asıl güç bürokratik-kurumsal egemenliğe geçecektir. Seçilmiş iradeler yine yeniden bürokratik-kurumsal egemenliğin kendisine çizdiği sınırlar içinde kalmaya zorlanacaktır.
Geçmiş tecrübelere bakıldığında kurumsal egemenlik kullananlar oligarşik yapıların veya imtiyazlı bir azınlığın hizmetinde olurlar. Halkı düşman gören, en azından göz ardı eden pratikler üretirler. Günümüz koşullarında ise büyük ölçüde sömürgeci küreselciliğin iç aparatları haline geliyorlar.
Yirmi birinci yüzyılda sömürgeci küreselcilik ideolojik stratejisini genel oya dayalı demokrasiyi tartışmaya açmak üzerine kurdu. Asıl amaçlanan da nihai olarak kast (çember) sistemine dayalı bir küresel siyasal yapıya yani hiyerarşik ve baskıcı bir küresel düzene geçiştir.
KÜRESEL SEVİYEDE "SEÇKİNCİ DEMOKRASİ" ANLAYIŞININ VE SİSTEMSEL İŞLEYİŞİN HÂKİM KILINMASI AMACINA YÖNELİK HAZIRLIK
Sömürgeci küreselciliğin piyasaya sürdüğü "elitist demokrasi" denebilecek, tarzı yeni içeriği eski bir ideolojik akım gelişiyor. Bu akımın en önemli tezlerinden birisi "halka dayalı siyaseti" popülizm diye aşağılamak, seçilmiş iradelerin toplumsal meşruiyet esaslı pratiklerini çoğunlukçu otoriterizm diye etiketlemektir.
Bunlara göre seçilen aktörler seçkin, modern, küreselci ve sınırsız liberal olduğu sürece o seçimler meşrudur. Ama seçilenler; milli, yerel, yurtsever ise "sınırları belirsiz küresel liberalizme" karşılarsa, sömürgeci küreselciliği kabullenmiyorlarsa bu seçimler gayri meşrudur, seçmen hatasıdır ve çoğunluk otoriterizmi veya otoriter demokrasi üretir.
Dolayısıyla demokrasi artık seçimlerin kendisiyle değil seçimlerin sonuçlarıyla değerlendirilmesi gereken bir rejimdir. Artık "sömürgeci küresel ideolojiye uygun seçkinleri" seçen sistem gerçek demokrasidir. Öbür türlüsü görünürde demokrasi ama gerçekte çoğunluk diktatörlüğüdür. Bu bakış açısıyla Trump'ın seçilmesi popülist demokrasi, çoğunluk diktatörlüğüdür. Biden'in seçilmesi, "doğru aktör" seçildiği için gerçek demokrasidir. Aynı şekilde Türkiye'de seçmenin Recep Tayyip Erdoğan tercihi hiçbir zaman gerçek demokrasi değil hep çoğunluk diktatörlüğü veya otoriter demokrasi olarak değerlendirilecektir.
Bu yaklaşımları demokrasi kavramı içinde bir yere koymak mümkün değildir. Tam tersine bu yaklaşımlar demokrasiyi araçsallaştıran bir seçkinci baskı düzeninin fikri temelidir. Oysa demokraside meşruiyeti sağlayan unsur seçilmişlerin çağrıştırdıkları veya pratikleri değildir. Seçilmişlerin faaliyetlerinin denetimi ve gerektiğinde yaptırıma tabi olması başka bir konudur. Yani demokrasi seçilmişlerin durumuna göre iyi ya da kötü denecek bir işleyiş değildir. Demokrasi için esas olan ve meşruiyeti belirleyen bizatihi seçimlerin kendisidir.
Asıl çarpıcı olan da elitist faşizm denebilecek söz konusu akımların demokrasi kavramı üzerinden kendini meşrulaştırma çabasının prim yapması ve özgürlükçü bir söylem olarak gündemde yer tutmasıdır. Bu da genel oy hakkına dayalı demokrasi savunuculuğunda ideolojik-politik bir yetersizliğe işaret ediyor. Yeri gelmişken belirtelim ki önümüzdeki süreçte genel oy hakkını korumak ve savunmak 170 yıl sonra bir kez daha demokrasi mücadelesinde en önemli konu haline gelecektir.
Çünkü elitist faşistler önce "fonksiyonel demokrasi" ve nihai olarak da "holonik demokrasi" isimleri verilen; hiyerarşiye ve "toplumsal evrim" basamaklarına dayanan bir kast sisteminin diğer deyişle küresel bir kast faşizminin peşindeler. Onlara göre herkesin oy hakkına sahip olması (genel oy) artık sorunları çözmüyor hatta tehlikeli sonuçlar doğuruyor. O yüzden herkes kendi çemberinde oy hakkına sahip olmalıdır. En üstte bulunan, yani bütün çemberleri kapsayan tepe çemberde yer alanlar ise (bunlar da elbette sömürgeci küreselcilerin temsilcileri olacaktır) küresel hükümeti seçmelidir.
Bu ideolojik perspektifler ülkeler içindeki siyasal mecraların ve tercihlerin oluşumunda ve faaliyetinde önemli bir etki yapıyor. Vurgulayalım ki sömürgeci küreselciliğin baskıcı kast sistemi hedefine yürüyebilmesi için genel oy hakkına dayalı demokrasiyi etkisizleştirmek en önemli hedefleridir. Türkiye'de PS savunucularını ve argümanlarını bir de bu açıdan değerlendirmekte çok yönlü yarar vardır.
PARLAMENTER SİSTEME DÖNÜŞÜ SAVUNANLARIN DİLEMMASI
PS savunucuları geriye dönüşü nasıl gerçekleştirecekleri hususunda neredeyse tek bir somut söz söylemiyorlar. Herkes anayasadan söz ediyor ama nasıl yapılacağı asla açıklanmıyor. Elbette hükümet sistemi değişikliği için Anayasa'yı değiştirmek gerekiyor.
Bunun için Mecliste en az 360 milletvekiline sahip bir çoğunluğa ulaşmak şart. Yine böyle bir çoğunluğa ulaşacak siyasi çevrelerin cumhurbaşkanı seçiminde yüzde elliden fazla oy kazanması da mümkün hale gelir. Dolayısıyla PS'ye dönmek isteyen çevreler halkın sahip olduğu iki oya, halka bu iki oy imkanını veren sistemi değiştirmek için, talip oluyorlar.
Öyleyse halka açıkça şunu demek zorundalar: Bizi seçin. Mecliste en az 360 milletvekili verin. Cumhurbaşkanını da bizden biri yapın. Sonra biz sizin doğrudan hükümet kurma hakkınızı ortadan kaldıracağız. İki oy hakkınız teke düşecek. İki oyunuz kalsa bile biri etkisizleşecek. Peki bu geriye dönüşçüler bunu diyebilirler mi? Şimdiye kadar demediler.
Peki deseler seçmen kendi kazanımına göz dikmiş böyle bir siyasi projeye destek verir mi? Bütün tecrübeler göstermiştir ki halk sahip olduğu demokratik kazanımlardan ve bunun en önemlisi olan seçme gücünden olağan koşullarda kendi iradesiyle asla vazgeçmemiştir. Ayrıca yüzde elliden fazla bir oyla seçilen cumhurbaşkanının yürütme gücünü kullanmak yerine yürütmeyi parçalı hale getirmek anlamına gelen PS'ye dönüş için çalışması da siyasi realite ve siyasi rasyonaliteyle bağdaşan bir durum değildir. Yani hayatın olağan akışına aykırı olur. Bu nedenle PS savunucuları bu dilemmayı çözemezler.
Halkın karşısına tüm niyetlerini açıklayarak çıksalar destek alamazlar. Bir an için gizli ajandayla halkın desteğini aldıkları varsayılsa bile bu kez de güçlü bir yürütme faaliyeti yapmak yerine kendilerini siyaseten yok edecek bir geriye dönüşe doğru adım atamazlar.
PS savunucularının bu dilemmayı doğrudan çözmek yerine üstünü örtmek için ileri sürdükleri; cumhurbaşkanının partili olması, tarafsızlık konusu, uygulama ve aktör sorunlarını sistem sorunu olarak sunma meseleleri de dertlerine çare olmaz. Çünkü başkanlık sistemlerinde başkanın (bizde cumhurbaşkanının) partili olması bir zorunluluk değil bir siyasi imkandır. İsteyen cumhurbaşkanı bu siyasi katılım hakkını kullanır istemeyen kullanmaz. Cumhurbaşkanın yetkisini kullanırken ve görevini yaparken tarafsız olması ise seçildiği pozisyonun gereğidir.
Tüm seçilmiş pozisyonlar için de aynı tarafsızlık ilkesi geçerlidir. Bu nedenle tarafsızlık yemini yapılması da son derece normaldir. Yani siyasi taraf olmak adaylık ve siyasi katılımla ilgilidir. Tarafsızlık ise seçilen pozisyondan doğan kamu hizmetlerinin yapılması sırasındaki gerekliliktir. Nihayet her hükümet sisteminde olan uygulama ve aktör sorunları da esasa münhasır değildir. Hatta başkanlık sistemlerinde uygulama ve aktör sorunları daha hızlı ve daha etkili çözülür. CHS'nin iki buçuk yıllık pratiği de bunun kanıtıdır.
SONUÇ YERİNE
Görüldüğü üzere ülkemizde çeşitli çevrelerin PS'ye dönme siyaseti basit bir iç siyasi mesele değildir. Bu tartışma gerçekte Türkiye'nin hangi sistemle yönetilmesinin daha yararlı olacağı bağlamında ve bu samimiyetle yapılmıyor. İç ve dış, derin ve uzun vadeli planlara dayanıyor.
Sömürgeci-küresel hesaplar için Türkiye'yi zaafa düşürmeyi hedefleyen bir projeye bağlı gündeme getiriliyor. Nihai olarak GPS hamlesi ülkemiz bakımından hakiki bir iyi yönetim tartışması değil ülke yönetimini dışa bağımlı hale getirme çabasıdır. Bununla bağlı olarak demokrasinin esası olan halk iradesini sınırlandırmayı amaçlayan bir girişimdir. Özcesi tam bağımsızlık ve gerçek demokrasi karşıtı GPS yaklaşımı çifte meşruiyet kriziyle maluldür.
Bu nedenlerle PS'ye dönüş Türkiye için tam bir karşı devrim olur. Buna da ülkemizin yurtsever/milli demokrat güçleri, ülke liderliği ve halkımız asla izin vermez. Ayrıca geriye dönüşün hukuksal yolları değerlendirildiğinde PS'cilerin neredeyse imkânsız bir dönüş özleminde oldukları daha iyi anlaşılır. Ama buna rağmen PS'cilerin bu gerici siyasi çizgiyi kesin yenilgiye uğrayıncaya kadar sürdürecekleri belli oluyor. Görünen o ki 2023 seçimleriyle birlikte bu dışa bağımlı gerici siyaset ve ideoloji kesin yenilgiye uğrayacak ve tasfiye olacaktır. Hem tarih bilincimiz ve tecrübelerimiz hem günümüzün nesnel ve öznel dinamikleri hem de gelecek perspektifimiz bize bunları söylüyor.”