Faik Öztrak: İçişleri Bakanı'nın yaşam tarzı üzerinden kullandığı 'sapkın' dil nefret suçudur

CHP Sözcüsü Faik Öztrak, basın toplantısı düzenledi.

Faik Öztrak: İçişleri Bakanı'nın yaşam tarzı üzerinden kullandığı 'sapkın' dil nefret suçudur

CHP Sözcüsü Faik Öztrak, basın toplantısı düzenledi.

Öztrak'ın açıklamalarından satır başları şöyle:

Merkez Yönetim Kurulu toplantımız devam ediyor. Toplantı gündemindeki konulara geçmeden önce, geçmişte teröre kurban verdiğimiz. İki saygın ismi anmak istiyorum.

Dün Atatürkçü Düşünce Derneği kurucularından, bilim insanı, siyasetçi, bağımsız ve çağdaş Türkiye idealinin savunucusu, önceki dönem milletvekillerimizden, kıymetli hocam, Prof.Dr. Muammer Aksoy’un, hain bir suikastla aramızdan alınışının 31. yıl dönümüydü.

Bugün de, gazeteci-yazar Abdi İpekçi’nin başka bir hain suikastla aramızdan alınmasının 42. yıl dönümü. Her iki kıymetli ismi, bir kere daha saygı ve rahmetle anıyoruz.

Ülkemiz iki yılı aşkın süredir, derin bir buhranın içinde. 2018’de başlayan “ekonomik kriz”, derinleşen “devlet krizi” ve “salgınla” birleşerek, şiddetli bir buhrana dönüştü.

Meşhur sözdür: “Bir ülke ya ilimle, ya da zulümle yönetilir.” Saray ortaklarında ilim yok. O nedenle koskoca ülkeyi, “Zam ve zulümle” yönetmeye çalışıyorlar. Ne hak, ne hukuk, ne de adalet tanıyorlar. Ülkeyi yönetenlerin bilimle arası hoş değil. Özgür düşünceyle arası hoş değil, akademik özgürlükle arası hoş değil. Özgür üniversite kavramıyla arası hiç hoş değil.

Üniversiteler sadece bir kampüsten ibaret değil. Bu fiziki mekânı, bir bilim yuvası yapan; Öğretim üyeleridir, öğrencileridir, emekçileridir.

Ancak bilginin üretilmesi özgürlüğü gerektirir. Bunu da sağlayan bilimsel ortamın yönetimidir. O nedenle dünyada saygın üniversitelerde yöneticiler, üniversitelerin geleneklerine, dokusuna uygun olarak belirlenir. Çoğunda da liyakat ilkesi dikkate alınarak, üniversitelerin mütevelli heyetleri tarafından seçilirler.

Bilimle arası iyi olmayan saray, bir ay önce, Boğaziçi Üniversitesine rektörlüğüne kayyum atadı. Atama dünyada kabul görmüş yöntemlere göre yapılmadı. Boğaziçi Üniversitesinin teamüllerine uygun olarak da yapılmadı. OHAL’de başlayan, OHAL’den sonra da olağanlaştırılan, bir düzenlemeyle bu atama yapıldı.

Kayyum siyasi bir isim… Ehliyeti, liyakati tartışmalı. Beyanatları ise yalanlı, tezinde “intihal”, yani “akademik hırsızlık” iddiaları da cabası.

Boğaziçi Üniversitesi’nin öğretim üyeleri ve öğrencileri de haklı olarak, bu atamaya demokratik tepki gösterdiler. Bu tepki son derece meşrudur. Bu barışçı direniş son derece haklıdır. Bu tepkiye ve direnişe sonuna kadar elbette sahip çıktık, çıkacağız.

Ancak Boğaziçililerin haklı ve meşru taleplerinin itibarsızlaştırılmasına, kirletilmesine yönelik her türlü provokasyona, tahrike karşı da öğretim görevlileri, öğrenciler, hepimiz uyanık olmalıyız. Provokasyonlara ve provokatörlere izin vermemeliyiz.

Biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak, inanların inançlarına yönelik aşağılamaları da; insanların “tercih” ve “yaşam tarzına” yönelik nefret dilini ve hakareti de kabul etmeyiz.

Hukukun siyasetin oyuncağı yapılmasını ret ederiz. Savcıların talimatla suçun vasfının değiştirerek, öğrencileri tutuklamasını, yapılan tahrik ve kışkırtmanın bir devamı olarak görüyoruz.

Ülkenin polis teşkilatının emanet edildiği İçişleri Bakanı’nın, yaşam tarzı ve tercihler üzerinden kullandığı “Sapkın” dil bir nefret suçudur. Bunu kınıyoruz.

Görevleri toplumun hassasiyetlerini kaşımak değil, provokasyonları önlemek olan saray ataması şürekânın, nefret naraları, linç dili, bu işin senaryosunun belli mahfillerde yazıldığı izlenimini giderek güçlendirmektedir.

Biz, oy devşirmek için toplumu bölüp, parçalayan, her türlü değeri istismar etmekten çekinmeyen, riyakâr bir siyasal anlayışla mücadele ettiğimizin farkındayız. Bu riyakârların niyetinin kirli olduğu açıktır. Mukaddes kitabımız Kuran-ı Kerim ile dalga geçen, rüşvetçi bir bakan eskisini, bu ülkenin Büyükelçisi yapanların, Kabe’yi pastalarına maket yapıp, kesenlerin, Kabe’nin etrafına oteller, AVM’ler yapılırken sessiz kalanların, ne inanların kutsalını, ne de Kabe’yi savunmak gibi bir dertleri olmadığını da biliyoruz.

Türkiye bu riyakâr, ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı siyasetten, artık çok yoruldu, çok çekti.

Biz, Boğaziçi Üniversitesi öğretim görevlileri ve öğrencilerinin, haklı ve barışçı direnişlerini destek vermeye devam edeceğiz. Bu meşru direnişi itibarsızlaştıracak tahriklerle de mücadele edeceğiz. Ve yine bu olayların, milletin gerçek sorunlarının karartmak için kullanılmasına da, izin vermeyeceğiz.

Saray Hükümeti, milletin sorunlarını, dertlerini görmüyor, milletin sesini duymuyor.

Çarşı, pazar yangın yeri olmuş, marketlerde yağa, peynire, hatta bebek mamasına kadar, her şeye alarm takılıyor. Bıçak kemiği artık delip geçmiş.

Ülkeyi 19 yıldır yönetenler, milletin sorunlarına kulağını kapamış.

Mutfaktaki boş tencereye buldukları yeni çözüm, her dükkâna bir alarm takmak, bakkala, manava polis dikmek…

Ülkeyi krize ilk soktukları dönemde de, soğan depolarına baskın verip fiyat düşürmeye kalkmışlardı. Soğanını depolayan üreticiyi “terörist” ilan etmişlerdi. Sonunda karda, kışta milleti soğan patates kuyruklarına dikmişlerdi. Hala ders almamışlar. Bu, tam bir beceriksizliktir.

Esnaflarımız zaten zor durumda; “Almadığınız bir canımız kaldı” diye feryat ediyor.
Bu salgın döneminde, geliri düşmüş, borçlar katlanmış. Dükkânlar kepenk kapatıyor,
Caddeler satılık-kiralık dükkân ilanından geçilmiyor. Ama saray esnafın feryadını duymuyor, halini görmüyor. Sarayın kibirlisi de milletle alay eder gibi “Kapanan dükkân yok” diyebiliyor.

Bir pazarcı esnafı, “Bu tehdidi anlamadım. Zaten bitik durumdayız, daha canımızı mı alacaklar?” diye feryat ediyor.

Çiftçi “Yandım” diye bağırıyorsa, esnaf “Yetişin” diye bağırıyorsa, vatandaş “Canıma yetti” diyorsa, o zaman sorun nerede? Doğru teşhis olmadan, tedavi olmaz. Önce doğru teşhis gerekiyor. Ama saray bildiği en iyi işi yapıyor. Önce esnafı suçluyor, sonra da işi “komisyona havale” ediveriyor.

Yıllar önce kurulmuş “Gıda Komitesini” alayiş valayişle topluyor. Beş yıldır kuramadıkları “erken uyarı sistemini” şimdi, kurma kararı alıyor. Dile kolay beş yıl geçmiş. Ortada hala bir sistem yok. Erken deyince anladıkları buysa, Allah bunların geçinden milletimizi korusun.

Üreticinin maliyetleri her geçen gün artıyor. Çiftçi, bir yandan ithalatla köşeye sıkıştırılıyor. Diğer yandan tohum, mazot, gübre fiyatlarının altında ezdiriliyor.
Sadece gübrede bir yıllık fiyat artışı yüzde 90’a yaklaştı. Çiftçinin kullandığı gübrenin önemli bir bölümü ithal, kalanının da içinde kullanılan kimyevi maddeleri ithal. Sadece 2020 yılında 4 milyon tondan fazla gübre ithal ettik. Karşılığında 1 milyar dolardan fazla para ödedik.

Gemlik Gübre özelleştirilmiş, Samsun Gübre özelleştirilmiş, AK Parti döneminde gübre üreten ya da gübre üretiminde kullanılan cevherleri üreten 7 fabrika özelleştirilmiş. Eskiden gübre ucuzken depolayıp, yıl boyunca uygun fiyattan çiftçiye satan TZDK kapatılmış. Sonuç, çiftçi gübre fiyatlarının altında inim inim inliyor.

Bu Hükümet çiftçiye kanunun ver dediği desteği vermiyor. 2007’den 2020’ye, hükümetin çiftçiye destek ödemelerinden borcu 177 milyar lira. Saray hükümeti, çalgılı türkülü eğlencelerle gününü gün ederken, her bir çiftçi ailesine 81 bin 632 lira borç takmış.

Hükümet çiftçiye hak ettiği desteği ödemeyince, çiftçi ne yapsın? Çiftçi de bankaya, kooperatife borcunu ödeyememiş. Tarla, traktör hatta ineği bile haczedilmiş. Sonuç çiftçinin alın teri, bu ülkenin verimli topraklarıyla buluşamıyor. Bu hükümet kendi çiftçisini destekleyeceğine, bu ülkenin topraklarında üreteceğine, Sudan’da Nijer’de tarım yapmaya kalkıyor. İthalatla elin çiftçisini abat ediyor.

19 yıldır doğru dürüst bir dağıtım ve pazarlama zinciri oluşturmadılar. Her yerde pıtrak gibi market zincirlerinin açılmasına izin verdiler. Şimdi timsah gözyaşı döküyorlar. Bu zincirler fiyatları internetten haberleşerek yükseltiyorlarmış.

Senelerdir; “Bunlar tekel oldu hem üreticiyi, hem mahalle esnafını, hem de milleti batırıyorlar” diye uyardık. Şimdi mi aklınız başınıza geldi. Son 10 yılda İstanbul’da her 100 bakkaldan 30’u kapanmış. Anadolu’da durum daha da kötü…

Yine taşıma maliyetlerini düşürmek için 19 yıldır ne yaptınız? Taşımacılıkla uğraşan esnaflarımız, “Yol paraları olağanüstü arttı. İstanbul’da köprüden geçip, Avrupa yakasına mal götürecek kamyon bulmak mesele” diyor.

Saray’ın “Bir kuruş bile vermeden yaptırıyoruz” diye anlattığı dolarla, avroyla garanti verilen yol, tünel ve köprü fiyatları da gıda fiyatlarının artmasının bir başka sebebi…

Yani milleti canından bezdiren pahalılığın nedeni çiftçi değil, esnaf değil, kamyoncu değil, sarayın kötü yönetimi…

Bu arada buradan bir kere daha çağrıda bulunuyoruz. Madem yenilenebilir enerjide
Dövizli alım garantilerinden vazgeçip Bu garantileri TL’ye çevirebiliyorsunuz. O halde şu yandaş müteahhitlere verdiğiniz dövizli garantileri de TL’ye çevirin. Milletin, sırtına yüklediğiniz milyarlarca liralık yükü hafifletin. Biz gelip gereğini yapana kadar, vatandaşı biraz rahatlatın.

Saray hükümetini uyarıyoruz. Hayali düşmanlarla uğraşmayın. Artık sorumluluğunuzu bilin. Pahalılığı çözün.

Esnaflarımızı; “Fiyatları düşürmezseniz sonu kötü olur” diye tehdit etmekten vazgeçin.

Üretimdeki plansızlıktan kim sorumlu? Desteklerdeki yetersizlikten kim sorumlu? Girdilerde dışa bağımlılıktan kim sorumlu? Girdi maliyetlerindeki olağanüstü artıştan kim sorumlu? Satış ve pazarlama kanallarındaki aksaklıklardan kim sorumlu?

Bunların sorumlusu esnaf değil. Bunların sorumlusu 19 yıldır iktidar olup, yönetemeyen de, çözüm bulamayan da sizsiniz, siz. Şimdi bula bula; PTT’ye ucuz Ayçiçek yağı sattıracaklarmış. Millete icra tebligatları taşıyan PTT, Şimdi ucuz yağ satacakmış. Güler misin, ağlar mısın?

Ama o kadar beceriksizler ki, onu bile ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Ucuz diye sattıkları yağlar, Üreticinin kendi sitesindeki etiketlerden yüzde 25 daha pahalı çıktı. Bu beceriksizler Türkiye’yi kara mizah ülkesi yaptı.

Vatandaşlarımızın iktidar koltuğunda oturanlardan beklediği, devletin “şirket gibi” değil, “devlet gibi” yönetilmesi… Bunun önemini bu salgın döneminde yaşayarak gördük.

Devlet, milletin “Yaşamaya değer” bir hayat sürmesini temin etmek için vardır. Oysa Saray rejimi, ülkede beş maskeyi bedava dağıtamadı, 40 yıl vergi veren esnafa 40 gün bakamadı. Şimdi de aşıyı doğru dürüst getirip yapamıyor. Yaşlı başlı dedeler, nineler “aşı kalmadı” diye; zar zor gittikleri hastane kapılarından döndürülüyor.

Bu ülkede insanlar sarayın ekonomisi yüzünden canlarına kıyıyor. İzmir Buca’da gencecik bir müzisyen, iki de evlat sahibi, salgın nedeniyle alınan tedbirler yüzünden aylarca işsiz kalmış. Ve yaşadığı bunalımdan çıkamayarak canına kıymış. Bu ülkeyi yönetenlerin gündeminde umudunu yitiren genç müzisyenlerimiz var mı? Ne gezer.

Emeklilerimizden Genel Merkezimize telefon ve mektup yağıyor. Bunca yıl çalışan, emeğinden emekliliği için bir dünya para kesilen, aldıkları emekli aylığı asgari ücretin altında kalan emeklilerimiz, faturalarını ödeyemez hale geldiklerini, pazara gidemez, çarşıya çıkamaz duruma düştüklerini söylüyorlar. Bunu saraydan duyan var mı? Ne gezer.

Kayseri’de kirasını ödeyemeyen bir kadın esnaf icraya verilip malı bağlanıyor. “Ödeyemiyorum arkadaş, ödeyemiyorum. Esnaf kazanmıyor. Benim malımı götürürseniz borcumu nasıl ödeyeceğim?” çığlıkları koridorları inletiyor. Sesini saraydan duyan var mı? Ne gezer.

Çiftçi bağırıyor: “Holding’in borcuna gelince vergileri affediyorsunuz. Bizim üzerimize çöküyorsunuz. Cumhurbaşkanı faizlerden rahatsızsa, bizim borçlarımızın üzerine bindirilen faizleri silsin. Dört defa Ankara’ya geldik, sesimizi duyan yok. 2 Şubat’ta bir kere daha geleceğiz.” Sesini saraydan duyan var mı? Ne gezer…

İstanbul’da bir ilçe belediyesi sosyal yardım olarak istavrit dağıtıyor. O parti, bu parti ayırmıyoruz. Allah vatandaşa bu dar gününde el uzatandan razı olsun. Fakat 1 kilo balık almaya 3 bin 500 kişi sıraya giriyor. Bunları saraydan gören var mı? Ne gezer.

Bir yardım derneği yöneticisi, “Yardıma başvuran insanların sayısında olağanüstü artış var. Eskiden ‘yardıma ihtiyacı var mı’ diye araştırırdık, artık araştırmaya gerek kalmadı. Bu insanların çoğu, yardım istemeyi bile bilmiyor. Çoğu onuruna yediremiyor” diyor. İstanbul İstatistik Ofisi verilerine göre, salgının ardından, bakkallara veresiye yazdıranların sayısı yüzde 32, borç miktarı da yüzde 55 artmış. Bu tabloyu Saraydan gören var mı? Yok.

Şu dar günde millete destek vereceklerine varsa yoksa borç verdiler. Sadece vatandaşlarımızın tüketici kredisi ve kredi kartı borcu son bir yılda yüzde 44 artarak,
820 milyar TL’ye ulaştı.

Bankalarda yakın izlemedeki kredilerin tutarı 360 milyar liraya, takipteki alacak bakiyesi ise 150 milyar liraya çıktı. Bunca borç nasıl ödenecek?

Dünyada devletler bu salgın döneminde, vatandaşlarına destek olmak için her şeyi yaparken, saray 10,5 milyona ulaşan işsizlerimize, hayat pahalılığı altında ezilen millete, bir de Özel İletişim Vergisi’ni artırarak yükleniyor. Yüzbinlerce öğrencimiz internete ulaşamazken, özel İletişim Vergisi’ne yüzde 33,3 zam yapıyor.

Deprem için getirilen, sonradan kalıcı hale döndürülen bu vergiden AK Parti bugüne kadar 35 milyar doların üzerinde para topladı. Biz bugün eli kulağındaki Marmara Depremi konusunda, hala güvensiz konutları konuşuyorsak, toplanan bunca para nereye gitti? Ama beylerin buna cevap vermek için zamanı yok.

Yine dün bir başka zam haberi geldi. Yeni yıla doğalgaz ve elektrik zamlarıyla uyanmıştık. Dün doğalgaza yine zam yapıldı. Anlaşılan doğal gaz zammı “yüzde 1, yüzde 1, …” otomatiğe bağlandı. Yine bu sabah Avrasya tüneli geçiş ücretine yüzde 26 zam geldi.

Hadi diyelim raflardaki ve etiketlerdeki fahiş fiyatların sorumluluğunu, esnafın üstüne yıktınız. Özel İletişim Vergisindeki zammın sorumlusu kim? Doğalgaz zammının sorumlusu kim? Geçilmeyen tünel ve köprülerdeki zamların sorumlusu kim? Cevap belli. “Sizsiniz, siz Sayın Erdoğan.”

Hegel’in bir öğrencisine ithafen söylediği o ünlü sözü hepimiz biliriz: “Beni bir kişi anladı, o da yanlış anladı.” Saray da aynı bu vaziyette… Bizim önerilerimizi anlıyor ama anlaşılan yanlış anlıyor. Bu ülkenin 128 milyar dolarını Erdoğan, damadıyla birlikte buharlaştırdı. Bu olay hakkında herhangi bir soruşturma açıldı mı? Hayır. Hafta sonunda, Albayrak döneminden kalan iki bakan yardımcısı görevden alındı.

Bu atamalar da bu rejimde önemli olanın, liyakat değil, sadakat olduğunu bir kere daha gösterdi. Bakan yardımcılıklarına; Biri seçimlerde AK Parti Milletvekili aday adayı olmuş. Diğeri de eski AK Parti Milletvekili olan, ve halen de AK Parti’nin Ekonomi İşlerinden Sorumlu Başkan Yardımcısı olan iki kişi atandı. Şimdi bunlardan 128 milyar doların akıbetini soruşturmaları beklenir mi? Tabii ki hayır!

Bu ucube sistemde Bakanlık makamı, Müsteşarlık makamına, Bakan Yardımcısı da, Müsteşar Yardımcısına tekabül ediyor. Buralara yapılacak atamalarda; Liyakat yerine, saraya sadakatin aranması, bu rejimin parti devleti olduğunu gösterir.

Son atamalar, bu ucube vesayet rejiminde, devlet ile parti arasında sınır kalmadığını, bir kez daha göstermiştir. Bugün ülkemiz bir “buhranın” içindeyse, en önemli sebeplerinden biri de, işte bu vesayetçi tek adam yönetim anlayışıdır.

Ülkenin sorunlarına bir çözüm bulamayan, artık ülkeyi yönetme kabiliyetini yitiren Saray, aylardır bir “reform yapacağız” türküsü tutturmuş gidiyor. Ama bu nasıl bir reformsa 84 gündür adı var kendi yok. 19 yıldır ülkeyi yöneten bir iktidardan ülkenin sorunlarını bilmesi, ve çözüm için hızla gerekeni yapması beklenir. Ama bunların niyetleri reform falan yapmak değil. Liyakat yerine Saraya sadakati esas alan atamalar da bunu gösteriyor. Bunların derdi algıyı yönetmek.

Biz şimdiden soruyoruz;

Reform dedikleri paketin içinde: Cumhurbaşkanının Yüksek Yargıya yapacağı atamalarda, Anayasa’ya karşı hülle yapmasını engelleyecek düzenlemeler olacak mı?

Etiketler
Faik Öztrak