'Çakıcı kasetiyle istifa eden bakan' Saygı Öztürk'e anlattı: Tayyip Bey istemezse...
Saygı Öztürk, Alaattin Çakıcı ile telefon konuşmasının televizyonlarda yayınlanması nedeniyle istifa etmek zorunda kalan eski Bakan Eyüp Aşık'ın Süleyman Soylu hakkında açıklamalarına köşesinde yer verdi.
Sözcü gazetesi yazarı Saygı Öztürk, suç örgütü lideri Sedat Peker'in iddialarının ardımdam Alaattin Çakıcı ile telefon konuşmasının televizyonlarda yayınlanması nedeniyle istifa etmek zorunda kalan eski Bakan Eyüp Aşık'ın açıklamalarını köşesine taşıdı.
Saygı Öztürk'ün "Çakıcı kasetiyle istifa eden bakan anlatıyor" başlıklı yazısı şöyle oldu:
Eyüp Aşık renkli bir siyasetçi. Milletvekilliği döneminde en kritik komisyonlarda görev aldı. Devlette ne olup bittiğine ilişkin önemli bilgilere ulaştı. Devlet Bakanlığı döneminde o dönem aranan Alaattin Çakıcı ile telefon konuşması televizyonlarda yayımlandı.
Aynı gün Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığı'na dilekçe verip hakkında soruşturma açılmasını istedi. Ancak, DGM Başsavcısı Aykut Cengiz Engin, “Soruşturma açabilmemiz için sizin dokunulmazlığınızın kaldırılması lazım” dedi. Aşık, bu iş uzamasın diye hem bakanlıktan, hem milletvekilliğinden istifa etti, dokunulmazlığını kaldırttı ve yargılandı. Beraat etti, siyasete kaldığı yerden bu kez daha güçlü olarak döndü.
İçişleri Bakanı hakkında, Sedat Peker'in önemli iddiaları oldu. İçişleri Bakanı da, Cumhuriyet Savcılığı'na hakkında suç duyurusunda bulundu. Ama, dokunulmazlığı olan bakan hakkında C. Savcısı'nın soruşturma açamayacağını bakan biliyor olmalı. Ancak, görevinden istifa ederse hakkında soruşturma açılabilir. Açılmış olsa bile o soruşturma ne kadar hakkaniyetli yapılırsa yapılsın, bakanın aklanması inandırıcı olmaz. Eyüp Aşık'la bu konuyu konuştuk. İşte sorularıma verdiği cevaplar:
TELEFONLA KONUŞTUM DİYE
– İstifanızda toplumsal duyarlılık etkili oldu mu?
Alaattin Çakıcı, ABD'den beni telefonla aradığında konuştum. Olay bakanlığımla ilgili bir konu değildi. Ama ben toplumun hassasiyeti karşısında istifa etmek ihtiyacı hissettim. Şimdilerde öyle bir hassasiyet yok. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun hukuki durumunu söyleyeyim: Kendisi, Savcılığa başvurup hakkında soruşturma istemesi yetmez. Hakkını da yemeyelim, Peker'e korumalar onun bakanlığından önce verilmiş.
– Bakan, ‘Ben suçsuzum, yargılanmak istiyorum' derse ne yapmalı?
Onun rica edeceği yer TBMM Başkanlığı'dır, Tayyip Erdoğan'dır. Diyecek ki, ‘Dokunulmazlığımın kaldırılması için AK Parti de oy versin. Ak Parti oy vermeden çoğunluk sağlanamadığı için dokunulmazlığı kaldırılamaz. Yani, dokunulmazlık kaldırılmadan istifa etmiş olsa bile dokunulmazlık kalkmış sayılmaz. Süleyman Bey de o kararı veremez. O karar Tayyip Bey'in vereceği karardır.
Bakan Bey gider Cumhurbaşkanı'na, ‘Ban sıkıldım, yoruldum hakkımdaki iddialardan dolayı da mahkemede yargılanmak istiyorum. O mahkeme 6 ay sürer, beraat ederse o zaman bambaşka da bir Süleyman Soylu olur, tartışılan bir durumdan çıkar.
– Size göre doğrusu istifa etmesi mi, yargılanması mı?
Onu bilemem. Ben ne yaptığımı anlattım. Diyorum ki; ben hukuken, siyaseten mecbur değildim ama toplumun baskısından çekindim, istemedim, minnet etmedim gittim yargılandım. Yargılanıp beraat edince de ‘Başka bir diyeceğiniz var mı?' dedim yani…
– Çıkar amaçlı organize suç örgütleri niçin çoğalıyor?
Fethullah Gülen de organize suç örgütüydü. Şimdi de organize suç örgütleri sayılırken kaçar adamı olduğu da, ‘Şunu yapıyorlar, bunu yapıyorlar, Devletten yardım alıyorlar' deniliyor. Eskiden istihbarat örgütleri uyumlu çalışmıyordu. Onun için de faili meçhul cinayetler çözülemiyordu.
– Şimdiki durumu nasıl görüyorsunuz?
Toplum bu işin dedikodu kısmına çok teşne. Yani Sedat Peker ne derse 3-5 milyon kişi videosunu izliyor. Olaylar ne kadar olmuş önemli değil. ‘Ne tavsiye edersin?' dersen; ben hükümete şeffaflık tavsiye ederim. ‘Benim TBMM'de çoğunluğum var' demeyecek, Meclis'te komisyon kurup bu konuları araştırmalı. Sonuçta, bunları komisyon da mahkemeye havale etsin. Bu işlerin üstü örtüldükçe, ‘Nasıl olsa milletvekili çoğunluğumuz var, nasıl olsa kuvvetimiz var' dedikçe bu dedikodu yüz misli yayılacak, dedikoduya herkes eklenecek. Cumhurbaşkanı Tayyip Bey istemezse hiçbir şeyi meydana çıkartmak mümkün değil.
– Susurluk sürecini de yaşadınız. O zamanla şu anda ki yaşananlar arasında ne fark var?
Fark şu: O zaman araştırılabiliniyordu. Her şeyin üstüne hem medya, hem parlamento, hem yargı gidebiliyordu. Şimdi gidemeyeceği, gidilemeyeceği kanaati ile bu fısıltı gazetesi çok acımasız bir şekilde çok yaygın bir şekilde devam ediyor. Ne tavsiye edersin dersen: Şeffaflık tavsiye ediyorum.
Ben Susurluk'la, çetelerle, mafyayla 3 yıl amansız mücadele verdikten sonra böyle bir tuzağa düştüm. Oradan çıkmak için de milletvekilliği ve bakanlıktan istifa ettim. Ben bugün bakıyorum, hayatımın en önemli siyasi kararını vermişim. Kendi kendime ‘Aferin bana' diyorum.”
ONLAR DA İSTİFA ETMİŞTİ
Geçmişte yalnız Eyüp Aşık değil, Kapıkule'de altın kaçakçılığı olayı ile ilgili olarak İçişleri Bakanı Ali Tanrıyar, müsteşarı tutuklandığı için Maliye Bakanı Vural Arıkan, Susurluk kazasından sonra İçişleri Bakanı Mehmet Ağar da istifa etmişti.
Eğer, İçişleri Bakanı iddiaların gerçekten aydınlatılmasını istiyorsa dokunulmazlığının kaldırılmasını istemeli, yargılanmalı. Cumhurbaşkanı verir vermez bilemeyiz. Eğer iddialardan aklanırsa, görevine daha güçlü bir bakan olarak dönebilir. Muhalefet de bu gelişmeleri bir kazanç gibi görmemeli, TBMM'de oluşturulacak komisyon iddiaların iç yüzünü ortaya koymalı.
Uyuşturucu peşinde ilk dayak
Komiser yardımcısı olarak ataması Ankara'ya çıktığında; ona, “Şanslısın delikanlı” dediler. Dünyanın dört bir yanından Türkiye'ye de saçları sakalları birbirine karışmış, kıyafetine hiçbir özen göstermeyen erkekler, onlarla birlikte olan hanımlar geliyordu. Uyuşturucu kullanıyor, “Savaşma seviş” diyorlardı. Antalya bölgesi de uyuşturucunun merkezi haline geliyordu.
Komiser Yardımcısı Atilla Aytek, uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadelede kimsenin ‘gözünün yaşına' bakmayacaktı. Yerinde duramıyordu. İşte tam ona göre yeni bir görev çıkmıştı. İtalya'da bir dergide, Antalya sahillerinde uyuşturucu kaçakçılığının alabildiğine yaygın olduğunu yazıyor ve muhabirler nasıl uyuşturucu kaçakçılarıyla temas kurduklarını da belirtiyorlardı.
POLİS! ELLER YUKARI
Atilla Aytek, bir meslektaşıyla birlikte Ford marka bir otomobilin üzerine hippilere ait işaretler de çizdirip, saçlarını, sakallarını uzatıp yola çıktılar. Gördüler ki yazılanlar doğruydu. Hippi rolündeki iki emniyetçi, uyuşturucu istiyordu. Aracı kişi, “İsterseniz var” dedi ve onları Side'de surların arasına götürdü.
Adam surlar üzerindeki bir taşı çekti. Arkasından uyuşturucu çıktı. Aytek, “Eller yukarı polis” dediğinde bir anda etrafında 8-10 kişi belirdi. Kalabalık arasından da silahını çekenler vardı. Aytek, arkadaşına, “Sen kaç, jandarmaya haber ver” dediğinde, kalabalık arasında yalnız kalmıştı. İşte, belki de meslek hayatının en çok dayağını orada yedi. Jandarma geldiğinde, Aytek kanlar içinde yatıyordu.
AMA KULLANILMIYORDU
Uyuşturucu ile mücadele böyle gitmezdi. Uyuşturucunun dünya siyaseti içinde önemli bir yer oluşturduğunun da farkına varmıştı. ABD ile Yardımlaşma çerçevesi içinde başta E5 karayolu üzerindeki illerden başlamak üzere Narkotik Şubelerin kurulması için adımlar atıldı. Aslında Türkiye'de de Avrupa ülkelerinde de uyuşturucu kullanımı yok denecek düzeydeydi. Asıl amaç, Türkiye üzerinden transit geçen ve Amerika'ya giden uyuşturucu yolunu kontrol altına almaktı.
ABD'nin desteğiyle şubelerin silahları, araçları, telsizleri o tarihlerde bulunmayan teknik malzemelerle donatılıyordu. Narkotik Şube'nin havası da farklı olmaya başladı ve bu çalışmalar 1969 yılında tamamlandı.
Yıl 1970. O dönemde Türkiye'de de yasal afyon ekimi var. Üretilen afyon, ilaç fabrikalarına götürülüp içindeki elementler çıkarılıp ilaca dönüştürülüyordu. Afyonun türevi olan eroini, o yıllarda hemen hiç kimse kullanmıyordu. Aile yapısı, din faktörü, mahalle ve geleneksel yapı uyuşturucu kullanmaya müsait değildi.
40 GÜNLÜK
İşte o günlerde beklenmeyen gelişmeler yaşandı. ABD makamları uyuşturucunun Türk afyonundan elde edildiğini uluslararası toplantılarda dile getirmeye başladı. Türk görevliler, “Olamaz” diyor “İstatistiklere bakarsanız , Türkiye'de üretilen afyonun tamamı ABD'ye gönderilse bile ancak bu 40 gün yetebilir. Kalan 325 gün bu uyuşturucuyu nereden sağlanıyor?” sözleriyle itiraz ediyorlardı.
Ve Türkiye'de afyon üretimi yasaklandı. Çiftçiyi mağdur etmemek için afyon toplandı, silolar almamaya başlayınca, toprak altına her yıl 20 bin ton afyon kapsülü kellesi saklandı. Afyon Bolvadin'de kurulan fabrikadan ise ilaç üreticileri türevleri almamaya başladı.
Türkiye'de terörlü günlerde giderek tırmanıyordu. Sağ-sol adı altında çatışmaları devam ederken, Ermeni ASALA terör örgütü de büyükelçi ve konsoloslarımıza dönük suikastlara başlamıştı. O günlerde bazı görevliler toplantılarda olayların narko-terörizm kapsamı içinde ve Türkiye'ye yönelik ekonomik terör olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Ancak, o terörlü günlerde bunları anlayan da dinleyen de yoktu.
O TANIM YAPILDI
1977 yılına geldiğimizde hava değişmeye başladı. Birleşmiş Milletler'de görevli Büyükelçi Filiz Dinçmen, ‘uyuşturucu + altın + silah = beynelminel terör' tanımını yapıyor ve bu konuda çalışma grubu oluşturulmasını talep ediyordu. Türk tarafı “Uyuşturucu Avrupa ülkelerine gidiyor, uyuşturucudan elde edilen para ‘silah'a dönüştürülüyor, silah satışlarından elde edilen para ise ülkemize altın olarak dönüyordu. Bu yaşananlara Atilla Aytek, “İşte o dönem üçlü bir döngü vardı. Bermuda Şeytan Üçgeni gibi Türkiye'yi içine çekiyordu” diyor.
Bugün, uyuşturucu kaçakçılığında Türkiye'nin adının ön plana çıkması, geçmişte canı pahasına mücadele edenleri üzüyor. Kaçakçılarla, buluşma yeri olan mezarlıkta Adıyaman Narkotik Amiri İbrahim Nurdoğan'ın alıcı rolündeyken nasıl şehit edildiğini de unutmadım.
Doğan Kitap'tan çıkan, 02129482278 no'lu telefondan veya www.sozcukitabevi.com'dan ulaşabileceğiniz “Son Babalar” kitabımdan bu bölümü aktardım. O gün dayak yiyen komiser yardımcısı, Türkiye'nin en ünlü polis müdürlerinden birisi olacaktı. Haftaya, o polis müdürünün hayatını nasıl kurtardığımı anlatacağım.