İstanbul seçimine psikiyatrist yorumu: Reislik otoritesi tehlikede

Prof. Dr. Cem Kaptanoğlu, “Erdoğan, lider olarak şef otoritesini, İstanbul belediye reisliği döneminde kurup geliştirdi.Erdoğan için İstanbul’u kaybetmek demek, “İstanbul’u dönüştüren” reislik otoritesini kaybetmek demek" dedi.

İstanbul seçimine psikiyatrist yorumu: Reislik otoritesi tehlikede

YSK tarafından hukuksuz şekilde iptal edilen İstanbul seçimleri, 13 gün sonra tekrarlanacak. Sandık günü yaklaşırken yapılan siyasi analizler de hız kazandı. Politik Muhabbetler’de yenilenen seçimlerin ortaya çıkarabileceği siyasi sonuçlara dair birkaç söyleşi gerçekleştirmiştik. Bu hafta ise oldukça önemli olmasına karşın karanlıkta kaldığını düşündüğümüz bir konuya; seçimlerin ve mevcut siyasal ortamın yarattığı psikolojik iklime ışık tutulalım istedik.

Sürekli seçim atmosferi toplumsal ruh halini ne yönde etkiliyor? İnsanlar keyfi ve hukuksuz kararlar karşısında nasıl düşünmeye başlıyor? Siyasetteki sert ve düşmanlaştırıcı üslup, halkın bilincinde ne gibi karşılıklar üretiyor? İstanbul seçiminin tekrar edilmesi hem toplumsal duygu durumu hem de iktidarın anlam örgüsü açısından ne anlama geliyor?

Birgün gazetesinden Berkant Gültekin bu soruları Psikiyatrist Prof. Dr. Cem Kaptanoğlu'na yöneltti. Kaptanoğlu, İstanbul seçimlerinin Erdoğan’ın siyasi otoritesi açısından kritik bir nokta olduğunu vurguluyor.

Söyleşiden öne çıkan soru ve yanıtlar şöyle;

Toplum son senelerde seçimlere esir olmuş durumda. Son 5-6 yıldır neredeyse seçimsiz geçirilen herhangi bir yıl olmadı. Bu süre zarfında seçim olmayan tek yıl olan 2016’da da Gülencilerin darbe girişimi gerçekleşti. Bu tip yoğun ve stresli geçen süreçler, toplumsal olarak hangi duygu ve düşüncelerin öne çıkmasına neden olur?

Evet, Türkiye’de son dönemde siyasal iktidar, halka gitmeye çok sık ihtiyaç duydu, çünkü iktidar bloğunda güçler dengesi değişiyordu ve eski rejim, nam-ı diğer tırnak içinde vesayet rejimi tasfiye edilirken, harıl harıl yeni bir rejim inşa ediliyordu. Siyasal iktidar, askeri diktatörlük kalıntısı olan eski rejimin tırnak içinde tasfiye ve inşa operasyonlarının meşruiyetini, ancak milli irade mitine dayanarak sağlayabileceğinin çok iyi farkındaydı. Geniş halk kesimlerinin, farklı gerekçelerle de olsa, bu sürecin ilk dönemlerindeki temel duygusu, “eski rejimin boğuculuğundan kurtulalım da nasıl olsa daha kötüsü olmaz” şeklindeydi. Bir başka deyişle halk bir pencere açıp nefes almak istiyordu. Eski rejimin tasfiye süreci, onun travmatize ettiği farklı kesimlerin değişim arzularına göz kırparak, kısa sürecek bir umut yarattı. İktidarın bu olumlu duyguları manipüle ederek attığı en önemli adım, geniş kapsamlı anayasa değişikliklerinin oylandığı 2010 referandumudur. Yüzde 58’in “evet” veya “yetmez ama evet” dediği referandumun elle tutulur tek sonucu, yargının, iktidar bloğunun o dönem önemli bir paydaşı olan Cemaat’in güdümüne girmesi oldu. İktidarın Gezi Direnişi ’ne karşı sert tutumuyla pekişen antidemokratik uygulamaları, yeni rejimin eskisinden daha da boğucu olabileceğiyle ilgili kaygı, güvensizlik, korku, aldatılmışlık, öfke gibi duyguların toplumun belirli kesimlerinde yükselmesine neden oldu. Zaten 2010 referandumu sonrasında yapılan hiçbir seçim veya referandumda da iktidar, 2010’da yakaladığı oranda bir onay alamadı, aksine sürekli güç kaybetti ve toplumda seçim manipülasyonları, yolsuzlukları yoğun olarak tartışılmaya başlandı. Bu gün gelinen noktada, ülkenin büyük çoğunluğu seçimlerin adil ve özgür koşullarda yapılmadığına inanıyor.

KÖTÜ DURUM GÖRÜLÜYOR AMA UMUTTAN VAZGEÇİLMİYOR

31 Mart seçimlerine giderken toplumsal ruh hali üzerine fazlaca tartışma yapıldı. Toplumun seçime hangi psikolojiyle gittiği, temel olarak hangi başlıklar üzerinden düşünüp oy verdiği bugün de merak konusu. Seçimlerin üzerinden 2 aylık bir süre geçti, geriye dönüp bakınca siz bu konuya dair ne söyleyebilirsiniz?

31 Mart seçimlerine giderken toplumsal ruh halimizi; 2010-2011 yıllarında başlayarak 2017 referandumuyla gittikçe yaygınlaşıp yerleşikleşen “Her şey daha kötü olacak, en azından daha kötü olmasın” düşüncesinin tanımladığını söyleyebiliriz. Bu karanlık gelecek düşüncesinin, kaygısının, rejimin hızla otoriterleşmesiyle olduğu kadar, ekonomi ve uluslararası ilişkilerdeki bozulmalarla da yakından ilişkisi olduğu açık.

“Her şey güzel olacak” sloganının benimsenmesi hatta paylaşılamaması, toplumun gelecek umudundan vazgeçmediğini göstermesinin yanı sıra, ülkede bir kötüye gidişin olduğu hakikati üzerinde neredeyse her kesimin uzlaştığını gösteriyor. Bu ruh hali Türkiye toplumuna hiç de yabancı değil. Türkiye toplumu, içine düşürüldüğü kronik kaygılı ruh halinden kurtuluş için hangi siyasi öznelerle özdeşim kuracağı konusunda hiç de tutucu değil, dün iktidar yaptığı pek çok partiyi ilk seçimde baraj altına düşürebilecek kadar dinamik politik özdeşimler kurabiliyor. 31 Mart yerel seçimlerine giderken Türkiye toplumunda farklı kesimlerden muhaliflerdeki egemen ruh hali, 2000’li yılların başında AKP’yi iktidara getiren ruh haline benziyor, fakat “gitsin artık başımızdan” denilenler değişti, şimdi çanlar AKP için çalıyor.

AKP, ‘HAYIR’DAN ANLAMAYAN ZORBALAR GİBİ DAVRANIYOR

Siyasal iktidar, bir toplumsal rol modeli olarak “Güçlü olan istediğini zorla alır koparır” mesajını vererek, zora dayalı bir sorun çözme modeli mi sunuyor topluma?

AKP, “Aşk”, “Sevda”, “Gönül” temalı bir yerel seçim propagandası yürüttü. En önemli maşuk ise İstanbul’du. AKP, İstanbul için, kırıp döküp ağlatan, çılgın projeleriyle onu yoran, yıkan, hatta Erdoğan’ın dediği gibi İstanbul’a ihanet eden bir aşıktı. AKP’li aşıklar, bu aşkın bittiğini, ayrılık zamanının geldiğini bir türlü anlamak istemeyerek İstanbul’a hâlâ zulmediyorlar, oysa şimdi İstanbul’un gönlünde yeni bir aşk yeşeriyor. AKP, terk edilme, “hayır” denilme karşısındaki kabullenmez tavrıyla, kadın cinayetlerindeki erkek faillerin tutumlarını çağrıştırıyor. Genellikle o erkekler de “Hayır”dan anlamayan zorbalar değiller mi?

Seçimin tekrarlanmasının yaratacağı sonuçlar üzerine birtakım yorumlar yapılıyor. Yaygın görüşe göre, iptal kararının yarattığı mağduriyet, Ekrem İmamoğlu’nun oylarının artmasına katkı yapacak. Binali Yıldırım da bunu doğrular şekilde, “Asıl mağdur olan benim” diyerek sanki bu havayı dağıtmaya çalışıyor. Siz bu ‘mağduriyet avantajıyla’ ilgili ne düşünüyorsunuz?

Bu durumu, “mağduriyet” kavramı yerine, “haksızlığa uğramak”, “adaletsizlik” olgusu üzerinden tartışmayı daha uygun görüyorum. Siyasal iktidarın, yasayı, yargıyı hiçe sayarak veya gücünü kullanarak yanına alarak yaptığı adaletsizlikler, özellikle de seçimin iptali, toplum olarak kapımıza dayananın; hukukun hesaptan düşüldüğü, her şeyin mümkün olduğu, güçlünün güçsüzü ezdiği kaotik bir düzensizlik, toplumsal dağılma, çürüme, keyfi ve sınırsız zorbalık olduğunu, içimizde hissetmemize neden oldu. Bu nedenle İstanbul seçimlerine giderken toplumsal ruh halimizi tanımlayacak kavramlar, “adalet duygusu”, “sürüleştirilmeye direnç”, “hukuku savunma” ve “yeniden toplum olma arzusu” dur diyebiliriz. Halkın bu duygularla desteklediği aday kaybetse de sonuçta kazanacaktır.

Ülkede muhalefet yapan legal siyasi yapıların bile iktidar tarafından “terörizmle” bağlantılıymış gibi gösterilmeleri ve “hainleştirilmeleri”, ülkedeki demokrasi kültürüne nasıl etki ediyor?

Muhaliflerin, “terörist” veya “hain” suçlamasıyla karşılaşmaları yalnızca politikacıların kara propagandaları veya medya, sosyal medya aracılığıyla veya güvenlik güçlerinin onlara karşı tutumlarıyla olmuyor; Muhalifler, fiilen işlerlikte olan bir “düşman hukukuna” göre suçlanıp yargılanıyorlar. Yukarıda belirttiğim gibi otoriter rejimlerin, yolunda gitmeyen her şey, her huzursuzluk, düzensizlik, hoşnutsuzluk için suçlayacakları şeytanlaştırılmış ötekilere şiddetle gereksinimleri vardır. Saldırgan, misillemeci bir muhalefet, düşmanlaştırılmaya yatkın bir öteki prototipidir. Eğer tüm kötülükleri boca edebilecekleri hırçın, şiddete başvuran bir muhalif kesim ortada yoksa, mutlaka üretilmelidir. Her tür toplumsal hoşnutsuzluğun müsebbibi olarak damgalanacak “düşman öteki”nin üretimi için, psikolojide çok iyi bilinen iki mekanizma kullanılır; “bölme” ve “yansıtmalı özdeşim”. Muhalifler bölünür ve bir kısmı öyle şeytanlaştırılır, öyle acımasızca adaletsizlikler yapılır ki, aynı şekilde yanıt vermekten başka çareleri olmadığına ikna olurlar ve uydulaşırlar. Uydulaşmak, saldırganlaşarak, şiddete başvurarak, karşındakine benzemek, kendini, kimliğini öfke girdabında kaybetmektir. Türkiye’de özellikle sol muhalefetin “uydulaşarak” düşmanına benzeme ile ilgili deneyimleri az değildir. Ayrıca saldırganlaşarak kendilerini var edebilen sığ siyasetçilerin gündelik siyaset dilleri de muhaliflerini, misillemeci saldırgan bir dille tepki vermeye itebilirse başarılı olabilir. Çünkü bu saldırgan dil onların aşina oldukları, en iyi bildikleri zemindir.

AKP’nin kendi tabanıyla kurduğu bağın son zamanlarda biraz zayıflamaya başladığı görülüyor. İktidarın hikâyesi neden artık eskisi kadar inandırıcı görünmüyor ve seçmen algısını şekillendirmede onların beklediği kadar katkı yapamıyor?

Tipik bir lider partisi olan AKP’nin, tabanıyla bağı, Erdoğan’ın parti tabanıyla kurduğu bağla hemen hemen özdeş. Bu nedenle zayıflayan, öncelikle Erdoğan’ın lider olarak karizması gerçekte. Bir liderin kitlesi üzerindeki gücünü, otoritesini belirleyen, otoritenin, liderliğin şu dört unsurunu yeterli düzeyde bütünleştirebilmesidir: Babalık, efendilik, şeflik ve yargıçlık. Başarılı bir liderde bu unsurlar her zaman çeşitli ağırlıklarda bir arada bulunur. Ülkede yaşanan adaletsizlikler, muhalefetin en ses getiren eyleminin Adalet Yürüyüşü olması, iktidarın “Yargı reformu Strateji Belgesi” hazırlamak zorunda kalması… Erdoğan’ın lider olarak adil olmayı gerektiren yargıç otoritesini yitirdiğini gösteriyor. Toplumun, adaletli olduğuna dair inancını kaybettiği bir liderin, lider olarak kalması “tevbe istiğfar” etse bile olanaksızdır.

Babalık otoritesinin olabilmesi için bir liderin, geçmişin, tarihsel geleneğin devamı olduğunu, o toplumu var eden atalardan el aldığını, yani toplumun varoluşunu borçlu olduğu “toplumsal babaların” mirasını sahiplendiğini göstermesi gerekir. Erdoğan, Hz.Muhammed’in, Bediüzzaman’ın, Fatih ve Yavuz Selim’in mirasıyla Mustafa Kemal’in, İnönü’nün mirasını bütünleştirecek bir söylem üretemediği için “baba otoritesi” dağılarak, toplumun önemli bir kesimi için üvey baba otoritesine dönüştü. Son dönemdeki söylem değişikliği ise samimiyetten uzak.

ERDOĞAN’IN OTORİTESİ BEKA SORUNU YAŞIYOR

Bir liderin, efendinin otoritesine sahip olması, toplumu tehdit eden tehlikelerden, onu koruyup kurtaracak güç ve cesareti göstermesiyle yani riske atılmayı bilmesi, karar alıp eyleme geçebilmesiyle ilişkilidir. Başka bir deyişle toplum, var oluşunu tehdit eden bir sorun yani bir “beka sorunu” olduğuna inanıyorsa lider, efendi olarak otoritesini kurabilir. Türkiye toplumu her şeye rağmen ülkenin bir beka sorunu olduğuna henüz inandırılabilmiş değil, bu nedenle Erdoğan’ın “efendi” olarak otoritesi “beka sorunu” yaşıyor.

Siyasal liderin, şefin veya reisin otoritesine sahip olabilmesi için, gelecekle ilgili projelerinin, öngörülerinin olması gerekir. Örneğin Demirel “baba” olduğu kadar “barajlar kralı”ydı da. Bunu çok iyi bilen ve uygulayan Erdoğan, muhalifleri için “Onlar konuşur biz yaparız” derken veya İstanbul seçimlerinin sloganını “Yaptık yine yaparız” olarak belirlerken, şef olarak otoritesine güvenini, iyi işler yaptığına inancını vurguluyor. Ortadoğu’nun lider ülkesi, “2023 hedefleri”, “en büyük ilk 10 ekonomi”, %100 yerli oto / “Volkswagen!”, duble yollar/”otoban” ve “Kanal İstanbul” gibi çılgın projeler, her şeyden önce şefin otoritesini besleyip kurmak için vardı. Son genel ve yerel seçimde de görüldüğü gibi, Erdoğan’ın, şef/reis otoritesini kuracak veya sürdürecek herhangi bir çekici projesi artık yok ve yukarıda sayılan gerçekleşmiş projelerin hemen hepsi Numan Kurtulmuş’un dediği gibi “tevbe istiğfar” etmeyi gerektirecek günahlarla dolu. Erdoğan, lider olarak şef otoritesini, İstanbul belediye reisliği döneminde kurup geliştirdi. Onu çılgın projelerin reisi yapan projelerin çoğu İstanbul’da ya da İstanbul’dan geçiyor. Bu nedenle İstanbul’u her ne olursa olsun “almak” istiyor çünkü Erdoğan için İstanbul’u kaybetmek demek, İstanbul’u yeniden İslam Şehri yaparak toplumsal babalarını selamlayan babalık otoritesini, fetih törenleriyle İstanbul’u yeniden fetheden “efendi otoritesi”ni, Üçüncü Havaalanı, Yavuz Selim Köprüsü, gökdelenleri, Marmaray’ı, Kanal İstanbul ile “İstanbul’u dönüştüren” reislik otoritesini kaybetmek demek.

Erdoğan lider olarak tüm otoritesini bugünden yarına hemen kaybetmeyecek, bu açık, ancak yakın gelecekte, 8-9 yıl öncesine kadar çok farklı kesimleri arkasına alabilmesini sağlayan “hegemonya” siyasetinin tamamen yıkılıp gideceğini ,“Aya duble yol yapacağız” dese inanmaya hazır bir taraftar kitlesiyle baş başa kalacağını söyleyebiliriz.

SÖYLEŞİNİN TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Etiketler
Seçim