Teflon bayramlar

Deprem felaketi sonrasında ‘kimse istifa etmiyor’ diyerek iktidarı partisinin görevlilerini suçlayanlar, böylesi bir seçim hezimetinden sonra istifa etmeyerek eleştirdiklerini bizzat yapar hale gelmekten çekinmiyorlar

Deprem, seçim derken bayram. Her şeyin birbirine karıştığı bu sene kakafonik ilerlemesine devam ediyor. Deprem oluyor, unutuluyor. Seçim yapılıyor, unutuluyor. İnsanların kaderlerine terk edilmesi, seslerinin duyulmaması sıradan şeylermiş gibi algılanmaya başladı. Oysa bölgeden gelen son haberlerde hali hazırda çözülmemiş onca yaşamsal soruna artan uyuşturucu kullanımı ve ensest, vakalarının eklendiğinden söz ediliyor. Duyulmuyor. Ülke koca bir teflona dönüştü. Üzerinde hiçbir duygu, hiçbir isyan tutunamıyor. Gerçeklik algısı tümüyle yok olmuş durumda.

Seçim dönemi de bundan farklı değil. Bir ay boyunca günlük hayatımızın tamamını işgal eden, adaylarla, seçim şarkıları ile yatıp kalktığımız, kanal kanal dolaşıp miting izlediğimiz, sosyal medyayı kontrol etmeden duramadığımız o hummalı günler sabun köpüğü gibi eriyip dağıldı. Ortada ne iktidardan ne de muhalefet bloğunun ittifak cephelerinden kimsecikler yok. Anlaşmış gibi hep beraber çekip gittiler. ‘Can Atalay’ı serbest bırakın’ demenin ötesine geçen bir eylemde bulunmadan gidip yemin etmekten tutun, Osman Kavala’yı konu alan TRT’nin kara propagandasından tutun, geçtiğimiz gün tutuklanan gazeteci Merdan Yanardağ’ın mahkemesine bir temsilci göndermemeye kadar seçim döneminin cafcaflı muhalif isimleri büyük bir uyuşukluk içindeler.

Depremzedelerin durumu nasıl sıradanlaştıysa, sözünü ettiğim bu olaylar da sıradanlaştı. Muhalefetin halktan temsil hakkı alan isimlerinin sosyal medya hesapları bile sus pus. Peki biz ne yaşıyoruz? Deprem felaketi sonrasında ‘kimse istifa etmiyor’ diyerek iktidarı partisinin görevlilerini suçlayanlar, böylesi bir seçim hezimetinden sonra istifa etmeyerek eleştirdiklerini bizzat yapar hale gelmekten çekinmiyorlar. Tuttuğunun elinde kalıyor. Giderek daha da raydan çıkan bir ülkede hiçbir eylem görmüyor habire lafla geçiştiriliyoruz.

BUGÜNE ETKİ EDEN SÖZLÜ KÜLTÜR GELENEĞİ

Ben bu durumda sözlü kültürden gelen bir millet olmamızın etkisi olduğunu düşünüyorum. Kendi alanım olan tiyatrodan örnek vereyim. 1564 doğumlu Shakespeare’in yazdığı tüm oyunlar, ölümünden yedi yıl sonra 1623’de bir araya getirilerek kitap halinde basılır. Arşiv tutma, kayıt altına alma bir ülkenin kimlik kartının belirlenmesini sağlar. Bizdeyse her şey kulaktan kulağa aktarılır. Meddah hikayeleri, Karagöz oyunları hemen oracıkta üretilir. Oyunların ve hikayelerin belli bir kanavası vardır ama söylenenler o günün gündemine göre düzenlenerek üretilir. Bizler bu oyunların bazılarını hala bilmiyoruz. Orta Oyunu metinleri her ne kadar eski yazmalarda kısmen yer alsa da basılan ilk metinler Macar Türkolog Ignacz Kunos tarafından derlenmiştir. Bugün elimizdeki en kapsamlı çalışma olan Cevdet Kudret’in Orta Oyunu kitabı 1973-75 yılları arasında hazırlanır.

Bu kadar tarihi bilgiye de gerek yok aslında. Kalabalık halinde gittiğiniz yemekleri düşünün. Yemek siparişleri neyse de sonda söylenen kahvelerin doğru gelmesi neredeyse mucizedir. Garson not almak yerine sizi dinler, aklında kaldığı kadarıyla siparişi içeri söyler. Orta şekerliler, şekerli gelirken, az şekerlilerin hiç şansı yoktur. Çoğunluk, masanın ahengi bozulmasın diye yanlış gelen kahveye itiraz etmeden damak tadının alışık olmadığı kahveyi yudumlar. Sözlü kültürün yaşam pratiklerine etkisinin bu kadar derinden sirayet ettiği bir toplumda anlamlı bir eylem, net bir tavır için görmek için bekliyoruz. Ancak nafile. Bu toplum laf kalabalığı seviyor. Garsonundan siyasetçisine, sosyal medyasına kadar üretilen tek şey laf. Hal böyle olunca en çaçaron prim yapıyor. Tümüyle saçmalık.

GELELİM BAYRAMA

Geçen haftaki yazımı geçirdiğim bir ameliyat nedeniyle yazamamıştım. Bu haftaysa bayrama denk geldim. İnişli çıkışlı, hayata uygun bir ritim oldu. Ne var ki yurt dışında yaşayınca her özel gün gibi, bayramlar da farklı geçiyor. Biraz melankoliye meyletsek yalnızlığın kolları uzayıp zamanla birer birer eksilen sevdiklerimizi tutup getirerek, çoktan unuttuğumuzu sandığınız anıları canlandırıveriyor. Artık oturulmayan evler, terk edilmiş şehirler, silinmeye kıyılamadığı için rehberde öylece kalmış telefon numaraları, unutulan sesler, hatırlanmaya çalışılan yüzler, aileye has gelenekler, ayıp olmasınlar ve tüm o telaşlı hazırlıklar hafızaya gerilen hayal perdesi üzerine düşmeye başlıyor. İnsan böyle eksik bayramları ne kadar çok yaşadıysa o kadar idmanlı oluyor. Bu hatırlama eylemi ile arasına bir mesafe koyup, kendini melankoli batağından kurtarabiliyor. Ancak ne kadar idmanlı olursa olsun sevdiklerinin çoğunu kaybetmiş, acıdan kalaylananlar için bayram, hızla akan bir otobanda sağa çekip diğerlerine yol vermek gibi bir şey. İzninizle ben bu bayram da her bayram yaptığım gibi kenara çekilip, sözü Refik Halid Karay’a bırakacağım. Tuncay Birkan tarafından hazırlanan, Refik Halid Karay’ın Memleket Yazıları kitabının dördüncü cildi olan ‘Mutfak Zevkinin Son Günleri’nde, Karay’ın 30 Temmuz 1958 tarihli Bayram Gazetesi için yazdığı yazıyı okuyalım. Bu yazı benim size bayram hediyem olsun.

REFİK HALİD KARAY’DAN ‘BAYRAM YEMEKLERİ

Eski devrin Kurban Bayramı yemeklerini sayıp döksem, tarif etsem bile kaç kişinin işine yarayacak? Önce o kurban bolluğu, o mutfaklar, o aşçılar ve ev hanımları, siyahi bacılar, hünerli dadılar, vefalı emektarlar nerede? Kadın erkek, hatta çoluk çocuk gidilen sinemalar, içkili gazinolar, plajlar ve sabahlara kadar süren portakal, kestane, fındık fıstık vesaire geceleri vaktiyle mevcut olmadığına göre hemen hemen ailece bir arada gülüp eğlenme vesilesi bayramlar değil miydi?

Evet, padişahın doğum ve tahta çıkış geceleri donanmalar olurdu, fakat bunun bir tanesi kışa rastlar, faydalanılmazdı. Ancak cülus Ağustos’un 19’unda kutlandığından şayet sonbahar erken bastırmazsa cumhur cemaat donanma yerlerinde dolaşılabilirdi; köskös ve bönbön!

Kurban bayramlarında beş on baş koyun, koç kesilen konaklar da olduğu gibi daha mütevazı evlerde, hatta hiç kurban kesilmeyip de komşuların gönderdiği et parçalarıyla yetinen fakir hanelerde bile bayramın ilk günü bol kekikli ve bol baharatlı taze pirzolalardan yükselen duman ve kokudan geçilmezdi. Hatıramda Kurban Bayramı denince o duman ve koku hala buram buram yükselir, tütsüsüne tutulmuşçasına bayram günü zamanını yaşarım.

Doğrusunu isterseniz yeni kesilmiş hayvanların pirzolası, hayvanlar fıstık gibi besili, halis kıvırcık da olsa gevrek hale sokulamazdı; bıçak kesmediğinden kemiklerinden tutup çekiştirerek güç bela yerdik, parmaklarımıza sinen kokuyu da kaç kere yıkayıp kokladıktan sonra zorlukla çıkarırdık. Külbastıları sofraya mı getirirlerdi? Hayır, bu bir kuşluk vakti safra bastırması idi; mutbakta bir taraftan yapar, bir taraftan da fırından henüz çıkmış sıcak ekmeğin arasına sıkıştırarak ayakta atıştırırdık… İş, eğlence olsun diye!

Öğle yemeğinde ise ortaya kurban eti kavurması gelirdi ama ‘püryan’ denilen şekilde, gayet iyi pişmiş, akik gibi kızarmış, tencere dibine yapışıp çekince lif lif kopup ayrılanı, fevkalade lezzetlisi. O devirde karaciğer korkusunu bilmediğimizden altta biriken yağına da keyfimizce ekmek batırır, batırmak için sıra beklerdik. O mübarek günün bir yemeği de kavurmalı pilav idi. Doğrusu bunun da tadına doyum olmazdı. Ev halkından bazısı da yine kurban etinin ciğerine, böbreğine düşkündü; sofraya dumanı üstünde bunların ızgarası konur, tuz, biber, kekik ve somak ekilerek sıcak sıcak yenirdi. Kavurma ve kavurmalı pilav deyip de geçmeyiniz, eti hesap edilmeden usta aşçılar elinden çıkmışını bugün de bulamazsınız. Ne et bolluğunu ne de o aşçıyı!

Eskiden Kurban Bayramının geri kalan günlerindeki makbul yemeklerden biri de ‘bumbar’; akciğerin pirinç ve soğanla yoğurulup koyun bağırsağına doldurulmuşu. Bayılanları vardı; ben pek aramazdım. Hele tatlılı yahni denilen yemekten nefret ederdim. Bu da bayram günleri yemekleri arasına girerdi. Sahanda duruşuna bile tahammül edemez, masadan fırlar kaçardım: Ne idi tatlı yahnisi? Basit şekilde tarif vereyim: Koyun gerdanını enine ve uzunluğuna dört parçaya ayırır, üstünü örtecek kadar su koyduğunuz tencerede ve harlı ateşte köpüğünü almak şartiyle iyice pişirirsiniz. Suyunu çekti mi azıcık tuz ve epeyce şeker katıp -pekmezle yapan da olur- hafif teşte bir saat bırakırsınız. Artık o bir et pastasıdır, kızıl bir renk almıştır, ağdalaşmıştır, elle güç kopar, ağızda büyür ve elyafı dişlerin arasına girer, zor çıkar.

Frenkler, ‘zevkler ve renkler münakaşaya gelmez’ derler; annem bu yemeği severdi, çocukları ise ellerini sürmezlerdi. Yine Kurban Bayramı’nda kışa rastladıysa nohutlu işkembe çorbası ve paça da yapıldığı olurdu ama bunları -temizliğini sağlamak kaygusuyla- harem mutfağında kadınlar pişirirdi. Zahir tertemiz yapıldığı için de hiçbirinde dükkanlarda yediklerimizin tadını bulamazdık. Hatır için beğenmiş görünürdük!

Dileriz gelecek kurban bayramları et davasının kafamın yorduğu kuyruk hengamelerine rastlamasın. Şeker Bayramlarındaki şeker darlığından nasıl kurtulduksa, Kurban Bayramlarında da inşallah et bir mes’ele olmaktan çıkar. Bayram sırasında kötümserlik etmeyelim.’

Etiketler
Seçim Deprem