Kalkınma üretimden, üretim istihdamdan geçiyorsa öncelikle ücretlerin vergisi indirilmeli
Üretmeden kazanmak, kazanmadan kalkınmak mümkün mü? Sen fabrikayı yıkıp arazisine apartman dik, atölyenin kepengini indir, tarlanı ekme; sonra bekle ki...
Üretmeden kazanmak, kazanmadan kalkınmak mümkün mü?
Sen fabrikayı yıkıp arazisine apartman dik, atölyenin kepengini indir, tarlanı ekme; sonra bekle ki kalkınasın!
Bu, bu kadar da açık bir gerçek iken bir de bakıyorsunuz ki “Para piyasasında kısa paslarla” ha bire top çevirmeler…
Hani ortaçağda kömürü elmasa çevirmek isteyen “ilm-i simyacılar”ın bu günkü kopyacılarından bir farkı yok bu top çevirenlerin desek yeridir.
Madde 1: Üretim olmadan ne kalkınma olur ne refah.
Şimdi geçelim konunun diğer maddelerine:
Türkiye, 83 milyonu öz evladı, beş milyonu zoraki misafir, belki bir milyonu da dışarılarda beslenen geniş bir nüfusa sahip ama bu nüfusun sadece görünüşteki resmi kayıtlardaki 10 milyon kişiciği işsiz avare dolaşıyorken, bir o kadarı da gayrı memnun gidip gelmiyor mu?
Neden?
İşsizi çalıştırmak da, sözde işe gidip geleni memnun etmek de büyük bir vergi yükünü vuruyor işverenin ya da iş vermek isteyenin sırtına çünkü.
Peki bu neden?
Çünkü işsizlerin bir tarafta, iş verebilecekler bir tarafta bekleşirken çıkıyor vergi düzeni ortaya: “Onu çalıştırırsan bu işten ben de payımı alırım”
Yahu al almasına ama, sen bunu söylerken bir taraftan da istihdamı arttıracağız, aç açıkta kimse kalmayacak demiyor musun?
Biz ne yapmaya çalışıyoruz farkında değil misin?
O zaman bu ne perhiz bu ne lahana turşusu.
Çekilsene aradan, bırak kim kimi nasıl çalıştırabilecekse senden çekinmeden çalıştırabilsin.
“İlle de vergi isterim” diye önce adamı işsiz bırak sonra “gel ben sana para vereyim de karnını doyur”un mantığı ne?
*
Gelelim sadede:
Türkiye, bu günkü vergi sistemini o tarihlerde dünyanın en ileri sanayi ülkelerinden biri olan Almanya’nın 1920 tarihinde kabul ettiği gelir vergisini aynen kabul ederek 1949 yılında kurmuş, o zamandan bu zamana da özünü değiştirmeden bu günlere gelinmiştir.
Almanya o günlerde bunu yapmakta haklıdır. Çünkü sanayii deli gibi para kazanıyordur. Örneğin o tarihlerde dünya elektrikli alet üretiminin yarısını yapıyor, kendi tanklarını üretebiliyor falan... bu kazançtan şüphesiz işçiyle birlikte devlet de payını almalıdır.
Hoş, kazanç o kadar yüksektir ki bu vergi kimseye koymaz.
Ama buna rağmen ücretleri yüzde 10 oranında vergilemekle başlarlar işe.
Gelelim 30 yıl sonrasının Türkiye’sine.
1949’da ülkede devletin elindeki birkaç KİT dışında sanayi yoktur, borç çoktur, ekonomi tarımla ve maden satarak geçinmektedir.
E, vergi toplamak da lazım ya bir taraftan…
Giderler “en gelişmiş vergi en gelişmiş ekonomide bulunur” diye o sanayi devi Almanya’nın sistemini alır bizim cılız ekonomimize aynen yüklerler.
Üstelik Alman'daki gibi yüzde 10 ne ki? Biz yüzde 15'ten başlatalım ücretin vergisini daha da kallavi olsun diyerek.
Peki, vergi çıkar mı buradan?
Çıkmaz ama zaten büyük kısmı maaşını devletten ve devletin KİT’lerinden alanların ücretleri üzerinden toplanan(!) vergileri sanki özel kesimden devlete gerçek bir kaynak aktarımı gibi kabul ederek “bak biz yaptık oldu” derler.
Olmamıştır.
Birincisi, devletin kendi ödediği ücretten yine kendine kestiği vergi(!) aslında sadece kağıt üzerinde bir muameledir ama istatistiklerde güzel görünür.
Öte yandan; ortada devletin elindekiler dışında sanayi yoktur ki “böyle olunca üretemiyorum“ diyebilsin.
Ama kazın ayağı öyle değildir; yıllar geçer, kamu işletmeleri biter, özel sektör gelişir ve sıkıntı işte o zaman çıkar ortaya.
Çünkü vergiyi koyanların “bu madem gelirdir, biz de her türlü geliri vergileriz” dediği ücret bir yanıyla da mal ve hizmet üreticilerinin “işçilik maliyeti”dir ve bu maliyet ürünün fiyatına yansıyınca içeride ithal mallarla baş edilemez, dışarıda başkalarıyla rekabet imkansız hale gelir.
Yani dönüp bakarsanız; Türkiye, çok gelişmiş ülkenin reçetesini az gelişmiş ekonomisine uygulayarak kendi ayağını bağlamıştır.
Şimdilerde ekonomide örnek aldığımız OECD bile bu ücret üzerindeki vergi yüküne “Takoz” adını veriyor ve yayınladığı istatistiklerinde bizdeki vergi takozunun oradaki ülkelerin takozundan daha büyük olduğunu yayınlıyor.
Yani nezaket gösterip açıkça ikaz etmiyor ama günah kendinden gitsin diye de tablolarında gösteriyor.
Peki ne yapmalı?
İşsizliğin yüksek, kazancın düşük olduğu bizimki gibi bir ülkede ücret üzerine konan her vergi ve benzeri, sadece “ücret” değil, ekonomi açısından “işçilik maliyeti”dir, üretime konu olan her türlü mal ve hizmetin devlet eliyle yükseltilen maliyetidir.
Ucuz işler üreten, kol gücüne dayalı ekonomilerde bu maliyet daha da belirleyicidir.
Bu yüksek maliyetler maalesef Türkiye’nin üretimini pek çok yanlış yanı sıra bir de bu nedenle baltalamıştır.
Eğer “Biz bir yerlerde mutlaka yanlış yaptık ki şimdi bu hallere düştük, artık silkelenelim” denecekse, ilk yapılacak iş sadece düşük ücretleri değil, en yüksek ücretlere kadar bütün ücretleri yani ileri teknoloji gerektiren yatırımların bünyesine girecek işçilik giderleri de dahil hepsini ciddi ölçüde düşürmektir.
Bunu yapmazsak sadece işsizliğe daha da batmakla kalmayız,
Bu eğitim sisteminde her nasılsa yetişen üç beş beyni de dışarıya kaptırırız.
Bunu yapmazsak üretim maliyetlerimiz hala yüksek kalacağı için borç harç elin ürettiğini ithal eder tüketiriz, fiyat tutturamaz dışarıyla rekabet edemeyiz, dış ticarette açık verdiğimiz için bırakalım azaltmayı, sırtımızdaki borçları bile çeviremeyiz.
Sonra da acaba bize en çok borcu kim bulabilir? Bulup ekonomiyi ona teslim edelim de bir süreliğine o “geliyor gelmekte olan” dediğimiz çöküşü biraz daha öteleyelim deriz.
Gerisi laftır, peynir gemicilerinin işidir.
Yiyen yer ama derdimizi anlatamazsak maalesef sonucuna hepimiz katlanmak zorunda kalırız.