Almancaya giriş ve hızla çıkış

Değerli tıp emekçileri! İçinizde Almanca öğrenebilme geni yoksa hiç uğraşmayın! Bakın benim sekiz yılda kimyasından, felsefesine, fiziğinden, matematiğine her derste duyduğum dil bir şekilde benim beynimi teğet geçmişse, bu yaştan sonra sizinkini ıskalayacağı kesindir.

Sene ’79… 16 yılın sonunda nihayetinde şehr-i İstanbul’a geri dönüyoruz. Venediklilerle bunca sene orada burada savaşmaktan imanımız gevremiş…

Tamam yaşlıyım dediysem de o kadar da değil. Bahsettiğim ’79 bu olaydan beş yüzyıl sonraya rast geliyor. O sene beni canlarından çok seven ailem üzerimde bir şey denemeye karar vermişlerdi. Bir sürü kolejin sınavlarına soktular. Hepsi farklı farklı dillerde eğitim veriyordu. Bunlardan birini öğrenmek çok önemliydi o dönemlerde; şimdi ise zorunluluk ama gelinen teknoloji sayesinde ilerde kimsenin umurunda olmayacak, o ayrı. Ben bilumum dillerdeki okulları kazandım. Bana dediler ki Almanca öğretene git, Almanca çok gerekli ve hiçbir şey olmadı kaçak videoları tercüme ederek hayatını kazanırsın. Bu sonuncusunu söylememiş olabilirler. Her neyse, ben okula girdim. İlk derste hoca hepimize kısa bir konuşma yaptı, hiçbir şey anlamadım. Meğer adam Almanca konuşuyormuş. Sekiz yıllık eğitimin ardından benim durumum değişmedi ama mezun olabildim. Bu sayede okul tarihine geçtim dersem yalan olur. Hocalar dahil kimse benim Almancayla ten uyumu yakalayamadığımı anlamadı. Tek sorun dersi dinlemememdi. Anlamadığın bir şeyin nesini dinleyeceksin?

Son zamanlarda başta tıp sektöründen birçok vatandaşımızın Almanya’ya gitmek için Almanca öğrenmeye çalıştığını öğrendim. Ben de hakkında Muallakta Kalan Tıp Terimleri sözlüğü yazacak kadar bu sektöre gönül veren bir insan olarak bu mümtaz kitleye bir faydam olsun diye bu yazıyı kaleme alıyorum. Daha doğrusu kaleme falan aldığım yok, doğrudan bilgisayara tuşluyorum. Gördüğünüz üzere gazetede yazılan yazıların arkasındaki bir sır perdesini daha kaldıracak kadar açık sözlüyüm.

Değerli tıp emekçileri! İçinizde Almanca öğrenebilme geni yoksa hiç uğraşmayın! Bakın benim sekiz yılda kimyasından, felsefesine, fiziğinden, matematiğine her derste duyduğum dil bir şekilde benim beynimi teğet geçmişse, bu yaştan sonra sizinkini ıskalayacağı kesindir. Olmayınca olmuyor kardeşim! Haaa öğrenen nasıl öğreniyor derseniz, onu da söyleyeyim.

Bizim sınıfta Ersen diye bir arkadaşımız vardı. Bu arkadaş neredeyse 6-7 ayda sapır sapır ya da kimi deyişle şakır şakır Almanca konuşuyordu. Meğer süper zeki bir insanmış; daha sonra benim bir hafta çalışıp 2 aldığım sınavlardan 9 – 10 almaya başlayınca fark ettim bunu. Bu durumda saygı duymak gerekir. Ben de duydum. Öyle ki, sabah gelip “Günaydın Burak” dediğinde sadece “Günaydın Ersen” diye cevap veriyordum. Her ne kadar teşne bir kişiliğim olsa da “Eeeee, Dadaşlar nerede?” diyecek çiğlikte ve betlikte bir espri yapmak aklıma bile gelmedi.

Benim Almanca ile mücadelemde ufak zaferlerim de olmuştur. Sanırım okuldaki altıncı yılımdı. Almanca dersinde hoca bana bir soru sordu ve ben cevap verdim. Kurduğum cümle dört veya beş kelimeden oluşmasına rağmen hiç hata yapmamıştım. Ben bile bu kadarını beklemiyordum kendimden. Önce bir sessizlik oldu ve sonra sınıfta bir alkış koptu. Sonunda bu savaşı kazanmıştım. Cümle falan kuruyordum. Ne yazık ki o cümle ilk ve son zaferimmiş. Sonrası hep hüsran, hep hüsran.

Buradan Alman, Avusturya, parçalı bulutlu İsviçre ve bir de yetmezmiş gibi Liechtenstein halklarına da seslenmek istiyorum. Konuştuğunuz dil her şeyden önce cinsiyetçi bir dil. Örneğin masa erkek, kapı kadın, kitap ise cinsiyetsiz. Nasıl oluyor bunlar, kardeşim? Kim karar vermiş buna? Hadi biri karar verdi diyelim, milyonlarca insansınız, kimse buna itiraz etmemiş mi? Koyun gibi her denileni kabul etmeniz mi gerekiyor? Biraz direnin yahu! Arada benim gibi niceleri helak oluyor öğreneceğim diye. Mesela, patates sizce hangi cinse aittir? Ya da muşmula? Burada şaşırtma sorusu sordum; tabii ki ikisi de dişidir. Amma velakin sarımsak erkektir. Beni asıl şaşırtanın hıyar, patlıcan ve bamyanın hepsinin dişi olmaları ki tanıdığım birçok zonta buna bozulacaktır. Sonuçta, bir sürü kelime var ve kendi kafalarına göre her birine bir cinsiyet veya cinsiyetsizlik atfetmişler. Bu dili konuşanların bu ön yargılardan kurtulmaları lazım. Kardeşim bebek kelimesini cinsiyetsiz yapmışsın! Biz hayırlı olsuna hangi renk hediye getireceğiz, bir düşünür insan!

Fiillere hiç girmiyorum. Çekimleri ayrı macera, zamanları ayrı. Aralarında işteş fiil olanları var ki dokunan yanar.

Almanca sözüm ona yazıldığı gibi okunuyormuş. Yalan! A harfinin üstüne nokta koymalar, iki tane s harfi yerine B gibi Beta gibi bir harf uydurmalar, adam gibi ş diyecekken gereksiz harf israfıyla sch şeklinde yazmalar, artık ne ararsan var. Bir de bizde aksan gibi olan genizden gelen h harfi yerine ch yazıyorlar ama aralarında bunu bile ş gibi telaffuz edenler var. S harfini z diye okudukları için olsa gerek, z harfini okumak için yılan gibi tıslamak gerekiyor. Resmen onlar adına ben utanıyorum.

Ben sekiz sene böyle bir cehennemde yaşadım sevgili okur! Elimi nereye atsam binlerce tuzakla, hinlikle, şeytani planlarla karşılaştım. Yaşama küstüm, öz saygımı kaybettim, insana dair en ufak bir inancım kalmadı, içimdeki sevgi çiçeği kurudu, vesaire, vesaire. Sonunda ne oldu biliyor musun? Bunu da tüm açıklığıyla bir sonraki paragrafta anlatayım. Siz de bu arada yazının ortasına giren reklamlara bakın. (Madem herkes araya saatlerce reklam alan ve reklamlardan sonra 30 saniye iki kişinin birbirine bakmasıyla sona eren dizileri seyrediyor, ben de sizi o havaya sokayım istedim.)

Sene ’92… Bu sefer Kolomb’dan bahsetmeyeceğim. Hala 20. yüzyıldayız. Üniversiteden mezun olmuşum, iş arıyorum. Bir firma beni kabul etti. Ne güzel! Ama beni karalar bağladı çünkü beni Almanya’daki bir projede çalışmam için işe almışlar. Almanca biliyorum ya… Ben Almanca bilmeyen 27 kişiyle proje bölgesine gittim. Hep birlikte kalacağımız yere vardık. Burası orta halli minik bir oteldi. Sahibesi bizi kapıda karşıladı. Diğerlerinin beni göstermesiyle kadıncağız bana yönelip güler yüzle, otele hoş geldiniz, oda numaralarını resepsiyondan alabilirsiniz, sizler için yemek odasında ufak atıştırmalıklar hazırladık, dedi…….. herhalde. Ben kadının söylediğinden en ufak bir şey anlamadım. Kadının yüzüne bakıyorum ve en azından bir kelimesini anlayıp çat pat bir şey söyleme derdindeyim ama yok! Aramızdaki sessizlik sinir bozucu bir süreye ulaştığında kadına “Du yu sipik ingiliş?” dedim. Neyse ki kadının kocası iyi kötü İngilizce biliyormuş da adam gelince anlaştık. Bizim gruba da bu bölgenin acayip bir aksanı olduğu, zamanla alışıp onların her sorununda yanlarında olacağım palavrasını sıktım. Bir ay sonra o palavra gerçeğe dönüştü.

Meğer okulda bana atılan tohumlar filizlenmek için doğru iklim koşullarını bekliyormuş. Belki de zora gelmedikçe içimdeki birtakım beceriler ortaya çıkmıyormuş. Sebep ne olursa olsun, proje boyunca ne ben ne de etrafımdakiler Almanca konusunda sıkıntı çekmedi.

Hayatta birçok şeyle muhatap oluyor insan. Bunların bir bölümü sıkıntı, acı ve çaresizlik veriyor. İnsan bazen yılıyor, bazen terk ediyor ama bazen de mücadele ediyor. Belki başarı istediğimiz anda, olması gerektiği zamanda gelmiyor ama bu yaşadıklarımız hep içimizde birikiyor, çoğalıyor ve ortaya çıkacağı anı bekliyor. Bu yaşadıklarımız bizi biz, bizi eşsiz kılıyor. Ortaya çıkacak şeyin ne olduğu içimizde ne biriktirdiğimize bağlı. Kimi nefret, öfke biriktiriyor, kimi bilgi, sevgi…

Bir yazının daha sonuna gelirken, sizlere 1970’li yılların en popüler Almanca kelimeleriyle veda etmek istiyorum: “Ya, ya! Zofort! Şinel!”