Ayrıksı

Bulunduğum yerden Eyfel gözüküyordu. Ben kuleye baktıkça kuleden soğumaya başladım...

Paris’e ilk kez giderken uçakta hangi gün nereyi ziyaret edeceğimi, nerelerde ne yiyeceğimi ve alışveriş adına hangi anlamsız hediyelikleri, eşantiyonları alacağımı listelemiş ve Paris haritasında ilgili yerleri işaretleyip en uygun güzergahları çıkarmıştım. Adım adım görülmesi gereken yerleri tabanvay ile gezecektim. Hatta günübirlik Versailles Sarayı’na da gitmeyi planlamıştım… Her şey planladığım gibi gitti. Ben başı kesik tavuk gibi bir müzeden çıkıp ötekisine gidiyor, çekilmesi gereken fotoğrafları çekiyor, listemdeki yemekleri yapan lokantalara hızla girip bir çırpıda getirdiklerini yalayıp yutuyor ve bir sonraki müze kapanmadan koşar adım lokantadan çıkıyordum. Her gittiğim müzenin hediyelik dükkanına girip anı olsun babında bir şeyler aldığım için sırt çantam ağırlaştıkça ağırlaşıyordu… İki gün dayanabildim. Üçüncü gün için planladığım Eyfel Kulesi’ne giderken önce adımlarım yavaşladı, sonra beni bir parka soktu ve ayaklarımla iş birliği yapan kıçım beni bir banka oturttu. Bulunduğum yerden Eyfel gözüküyordu. Ben kuleye baktıkça kuleden soğumaya başladım. Sonuçta düzgünce bir araya getirilmiş bir metal yığınıydı. Uzaktan metalliği belli olmadığı için hoş görünüyor olabilirdi ama emindim ki yaklaşınca güzelliği bitecek. Birden yazar Guy de Maupassant’ı hatırladım. Her seferinde Eyfel Kulesi’nden nefret ettiğini söyleyen bu arkadaş, neden öğle yemeklerini kuledeki restoranda yediği sorulduğunda "çünkü burası Paris'te kulenin görünmediği tek yer" cevabını vermiş. (Bu arada, fakir dostu bu abimizin Yağ Tulumu (Boule de Suif) adıyla çevrilen kitabını tavsiye ederim.)

O dönemlerde, nedense kendimden henüz sıkılmadığım için ya da hala kendimden umudum olduğu için herhalde, bu tür gezilere tek başıma gidiyordum. Şimdilerde kendimle aramız pek iyi değil. Kendim diye söylemiyorum adam bildiğin sıkıcı bir tip; hele arada bir de espri yapmaya kalmıyor mu… Bazen tahammül edemiyorum; onun yerine sosyal medya, dizi, Nezfilim falan izliyorum. (Bazıları söyleyemiyor, benim gibi bazıları da yazamıyor bu platformun ismini.)

Kendimi parkta bırakmıştım; canı sıkılmasın, yanına gideyim… Bahar havasıydı ve her taraf çiçeklerle, ağaçlarla bir şölen sofrasını andırıyordu. Yalnız bu sofra o kadar muntazamdı ki yavaş yavaş garibime gitmeye başladı. Çiçekler grup halinde kendi türleriyle takılıyor ve kendilerine ayrılan yerin dışına çıkmıyorlardı. Ağaçlar tek sıra halindeydi ve adeta bize yol açmak için dizilmişlerdi. Parkı çevreleyen çalı tam anlamıyla dikdörtgendi. Çimler yemyeşil ve aynı boydaydı. Aralarında en ufak bir ayrıksı otu yoktu. Sonrasında gittiğim hiçbir parkta da ayrıksı otu görmedim. Parklar resmen resmi nizama uygun biçimde düzenlenmişti. Farklı türleri barındırsa da ve birbirinden görkemli farklı mizanpajlarla bize değişik estetik zevkler tattırsa da bana sansürlenmiş, sterilize edilmiş, hadi daha açık konuşayım, iğdiş edilmiş bir doğa parçası gibi görünmeye başladı. İlk romanım “Şimdi Bitti”deki öğretmen karakteri Sinan öğrencilerine Doğu ve Batı’nın 20. yüzyıldaki temel farklarını anlatırken Batı’da insanın ihtiyaçlarına göre dönüştürülmüş doğadan, Doğu’da doğaya göre kendini dönüştürmüş insan anlayışından dem vurur. Sanırım o satırları yazarken bilinç dışı bir şekilde Paris’teki bu ziyaretim etkili oldu. Demem o ki ben Paris’te müze falan gezmeyi bırakıp ayrıksı otu aramaya başladım.

*********************

Her eski kafalı baba gibi oğluma kendi müzik zevkimi aşılamaya çalışıyorum. Türk olsun, yabancı olsun her türden sevdiğim albümü dinletiyorum. Çocuğa hafakanlar geldi. Fakat bazen bir parçayı tekrar dinlemek istiyor ki işte o an benim için zafer anı. Zamanla fark ettim ki tekrarlattığı şarkıların ortak bir özelliği yok. Mesela Cranberries’in müziğiyle Barış Manço, Bob Dylan’la Ayten Alpman birbirlerinden apayrı. Yine bir gün arabada giderken ben klasik olarak telefonu arabanın müzik setine bağlayıp ona işkence ediyordum. O günkü işkencenin konusu karışık Türk şarkıları. Birden oğlum hiç beklemediğim bir parçayı tekrar çaldırdı: Ciguli’den Binnaz. Onca şarkı arasından bunu neden seçmişti? Benimle gizliden gizliye dalga mı geçiyordu? Bu çocuk neyin peşindeydi, ne yapmak istiyordu? Oğlum artık sinsi birisi mi olmuştu? Bugünleri de mi görecektim?... Tüm bu sorular aklımı kurcalarken bir çıkış yolu buldum. En iyisi ona sormaktı.

- Hayırdır?

- Bu farklı. Diğerlerinden çok farklı.

Sonradan bir liste çıkardım ona. Benim için farklı olan, sesleriyle diğerlerinden ayrışanların bir sıralamasını yaptım. Yüz kişiyle aynı anda şarkı söylese ayıracağım insanların listesini. Bazılarını sevmiyorum bile ama ayrılar, ayrışıyorlar, “ben buradayım” diyorlar, sevsem de sevmesem de dikkatimi çekiyorlar. Herhangi bir öncelik sıralaması olmadan bir çırpıda şöyle bir liste çıkardım:

Joni Mitchell, Björk, Bob Dylan, Shakira, Soundgarden’dan Chris Cornell, Janis Joplin, Neil Young, Freddie Mercury, Flettwood Mac’den Stevie Nicks, Annie Lennox, Nina Simone, Led Zeppelin’den Robert Plant, Cher, Pearl Jam’den Eddie Vedder, Cranberries’ten Dolores O’Riordan, David Bowie, Smashing Pumpkins’ten Billy Corgan, Lana del Rey, Frank Sinatra, Louis Armstrong, Amy Winehouse, Barbara Streisand, Tracy Chapman, Rod Stewart, Oya Küçümen, Ciguli, Özay Gönlüm, Ayten Alpman, Kalben, Mazhar Alanson, Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses, Zeki Müren, Bülent Ersoy, Bülent Ortaçgil, Barış Manço, Cem Karaca, Teoman, Duman’dan Kaan Tangöze.

Liste uzar gider ve herkes bu listeye ekleme çıkarma yapabilir. Doğal olan da budur. Hepimizin algıları farklı çalışıyor veya en azından umalım ki farklı çalışıyor olsun. Tek bir estetik anlayışına bağlı, tek bir hayat görüşüne bağlı, tek bir doğruya, ideolojiye, yaşam şekline, düzene bağlı kaldığımızda, tek bir sesi (ve bazen şanslıysak türevlerini) duyduğumuzda, kafamızın içindeki yankıyı hayatımızın değişmez fon müziği olarak seçtiğimizde güdükleşiyoruz, hödükleşiyoruz.

Zamanla ülkemiz de İsmet Özel’in belirttiği gibi orman sıfatından çıkıp milli parka dönüştükçe bu ayrıksı otları yok olmaya başlıyor. O zaman doğa yok oluyor, Doğu yok oluyor, “doğal” yok oluyor; sıradan ve vasat ama cafcaflı ama plastik ama mutluluk yerine sadece tatmin veren bir uzay parçasında ayırdına bile varmadan bir çalışma kampı konforunda yaşayıp gidiyoruz. Gidiyoruz demem lafın gelişi; olduğumuz yerde sayıyoruz.

*********************

Paris gezisinden dönüşte getirdiğim hediyeye anlamsızca bakan anneme gülümseyerek açıklama yaptım: “Bak bunlar Paris’in en nadide parçaları. 3 tane otu bulmak için bir hafta dolaştım.”