Çılgın baronesin aşığını kim öldürdü?

Geçenlerde “ben Türküm ama öncelikle Müslümanım” diyen biri “ben Müslümanım ama önce Türküm” diyen biri tarafından yumruklandı. İkisine de aynı soruyu sorayım: Sen kime Türk diyorsun? Senin Türklük tanımın ne?

Bu başlıkla nihayet kendimi aştım. Yazacaklarımla en ufak bir ilgisi yok bu başlığın ama hafif iç gıcıklayıcı ve biraz da gizemli olduğunu kabul edersiniz sanırım. Bazen böyle oluyor; yazacaklarıma uygun başlık bulmak yazıyı yazmaktan zor oluyor. Belli bir saatten sonra ise tutarlı, dikkat çekici, yazıyı okutucu bir başlık aramak ıstırap haline dönüşüyor.

Çılgın baronesin aşığını kim öldürdü? - Resim : 1Başlık meselesinin bir başka önemi ise, genelde bizlerin çoğunlukla yazıların başlıklarına bakıp karar vermemizdir; tıpkı kitapların kapaklarına baktığımız, insanların tiplerine baktığımız, kullanana değil kullandığı arabaya baktığımız gibi… Çoğu zaman da yanılıyoruz çünkü özellikle insanları içi dışı her zaman bir olmuyor. Bir bakıyorsun dünyalar güzeli veya yakışıklısı birinin içimden lağım çıkıyor. Bu durumda ne yapıyoruz? Hemen kendimize bir çay dolduruyoruz. Bu arada, benim yurdumuzda en sevdiğim dağın Çaybar olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Yurtdışına taşınmadan önce her fırsat bulduğumda çayımı Çaybar Dağı’nda içerdim, diyerek günlük zevzeklik kotamı hızla tüketmiş bulunuyorum.

Hazır laf insanları dışardan değerlendirmekten açılmışken, yurtdışında yaşayan bir Türk olarak bulunduğum ülkeye bizim topraklardan gelenleri nasıl tanıdığımdan bahsedeyim.

Malumunuz bizlerin tipleri hiç birbirine benzemez. Buraya taşındığımızda sadece tipine bakıp Türkçe konuşmaya çalıştığım on kişiden sadece ikisi Türk çıktı. Arada Portekizli, Iraklı, Mısırlı, Yunan, Fransız ve bir Yeni Zelandalı var. Dikkatli okuyucular toplam sayının sekiz olduğunu hemen anlamışlardır. İşte ben de bundan usandım arkadaş! Sürekli bir hata bulma, bir eksikliğe yoğunlaşma, bir negatifliktir almış başını gidiyor. Çok merak ettiyseniz söyleyeyim; o iki kişi suratıma uzun uzun bakıp “F… off!” dedi, rahatladınız mı? Yıldım vallahi! Ben burada kendimce sosyolojik bir araştırma yapmaya çalışıyorum, bunu da hareket işitmeyi ve hatta dayak yemeyi göze alarak yapıyorum, adamın derdi sekiz mi olmuş, on mu olmuş! Zaten benim zamanında işlettiğim yerin müşterileri de beni akıl almaz ülkelerin vatandaşlarına benzetmişlerdi ama ben kimseye küfretmedim. Aralarından biri Meksikalı olduğum konusunda o kadar ısrarcıydı ki sonunda adama “Si” demek zorunda kaldım; gerçi devamını da getirmiştim ama kendisi sadece bu bölümü anladı.

İKİZİM KIVANÇ

Demem o ki Türkiye’de yaşayan insanlar ne birbirine benziyor ne de tek bir ırkın baskın bir özelliğine sahipler. Eğer Kıvanç Tatlıtuğ ile benim tipim arasında bir ortak yön bulursanız, bana da söyleyin lütfen. Ona söylemeyin; bir sanatçının gereksiz yere depresyona girmesine neden olmayalım.

Her neyse… Tipe bakıp hemşeri bulma araştırması başarısız olunca birçok deneysel çabaya girdim ve sonunda buldum: Bizim ortak yanımız ne tipimiz ne inancımız, ne aksanımız ne de bu tür bir şey. Bizim ortak yanımız, bazı davranışlarımıza yansıyan kültürel kodlarımız. Farkında olmadan veya kendimizi durduramadığımız için ortaya çıkan ve sadece bilenin anlayacağı hareketlerimiz. Bunların hepsini değil ama bazılarını paylaşayım. Bunun nedeni beni yanlışlıkla tanıyıp haklı olarak konuşmak istemeyenler kimlikleri gizleyebilirler. Ben gene de onların kim olduğunu bileceğim. (Ortadoğu’da kartlar yeniden karıla karıla maymuna dönmüş olabilir ama burada kartlar şimdi ve gerçek olarak yeniden karılıyor!)

- Bir mekâna girdiniz ve haliyle kimsenin umurunda değilsiniz ama yine de birileri size süzüyorsa

- Önemli bir şey söyleyecekken sesini kısıp karşısındakine doğru eğiliyorsa

- Görünen bir yerde tespih taşıyorsa

- Hayıflanırken iki elini birbirine hafifçe çarpıyorsa

- Yemeğin suyuna ekmek banıyorsa

- Gözünüzün içine bakıyorsa

- Ritmik olmayan adımlarla hafif bir telaş içinde ve sallapati yürüyorsa

- Hayır anlamında kafasını arkaya atıp “cık” sesi çıkartıyorsa

Bilin ki sizinle aynı toprakların mahsulü birisi var karşınızda.

KİMSİN SEN???

Bizler ırkla, dille, inançla ortaklaşan bir millet değiliz. Bizi bir coğrafya birleştirdi ve o coğrafyada yaşananlar. Bunun sonucu oluşan bir kültür, eğitim seviyesi, yaşam tarzı, gelir düzeyi ve bunlar gibi diğer unsurlardan bağımsız bir şekilde bazı davranışlarımıza işledi. Tipine, genel davranışına, oturmasına, kalkmasına bakarak Türk olanı bir Kürt’ten veya bir Ermeni’den veya veya bir Bulgar’dan ayırmak imkânsız. Ayrıca bunu niye yapıyoruz, anlamış değilim. Aynı topraklardan gelmenin, benzer kültürel kodlar taşımanın getirdiği huzuru, samimiyeti hissetmek güzel de gerisi ırkçılığa girmiyor mu?

Geçenlerde “ben Türküm ama öncelikle Müslümanım” diyen biri “ben Müslümanım ama önce Türküm” diyen biri tarafından yumruklandı. İkisine de aynı soruyu sorayım: Sen kime Türk diyorsun? Senin Türklük tanımın ne?

“İnsanlık, ben kimim sorusunu var olduğundan beri soruyor. Birçok insan, kim olduklarını sorana adını, ülkesini veya cinsiyetini söyler. Örneğin, “Ben İsmail, Türkiye vatandaşıyım ve erkeğim.” Oysa bunlar değişebilir. Sizinle ilgili ayrılmaz parçanız olduğunu düşündüğünüz birçok şey değişebilir. Öte yandan değişmeyen ve değiştiremeyeceğiniz dört şey vardır. Öncelikle bir varlıksınız. İnsansınız ve biyolojik bir aileniz var; tanımasanız da reddetseniz de var. Ayrıca doğum yerinizi ve tarihinizi değiştiremezsiniz. Kâğıt üzerinde değiştirmekten bahsetmiyorum. Bir de alt başlık olarak, ailenizden dolayı ırkınızı ve kökeninizi değiştiremezsiniz. Cinsiyetiniz, ülkeniz, inancınız, medeni durumunuz, hatta ilerde yaşadığınız gezegen, alışkanlıklarınız, hepsi değişebilir. Her şeyin değişebiliyor olması da sizin seçim yapmanızı zorunlu hale getirir. Değiştirmemek de bir seçimdir. Peki, bu seçimi yaparken kriterimiz nedir? Tabii ki aklımız ve ruhumuz. Onları yeterince beslemezsek ve yeterince güçlü tutmazsak seçimlerimizde bocalarız; daha da kötüsü seçme hakkımız olduğunu bile unutabiliriz. Bunu bize unutturmak için de canla başla uğraşan bir takım güç odakları vardır. İşte oyun bu gücün çevresinde döner. Biz yeterince güçlü olmazsak, onların gücü artar; güçlerini güçsüzlüğümüzden aldıkları için.” demişti Sinan Öker, ŞİMDİ bitti adlı romanda.

Değiştiremeyeceğimiz şeyleri kafaya takmamayı veya elde etmek için bir çaba harcamadığımız şeyleri övünç malzemesi olarak kullanmamayı ve değiştirebileceklerimizle var olmayı becerebilirsek sanırım bir insan ve bir varlık olarak yaşamımıza bir değer katabiliriz.

Bu arada tahmin edersiniz ki çılgın baronesin aşığı bir Türk ve onu öldüren de büyük ihtimal onun yeterince Türk olmadığını düşünen bir başka Türk. Hadi bakalım, bir de burdan yak!