Hadi miyiz?

Huzur, sakinlik ve düzen bir yere kadar. Hayatımda cinnet geçirmeye bu kadar uzak hiç olmamıştım. Bari ayda bir sinir krizinin eşiğine gelseydim. Hiç olmadı, arada bir gerginleşeyim. Ruhum resmen bunlara aşeriyor.

Tıpkı İstanbul’un hayhuyundan bıkıp başka şehirlere taşınanlar gibi biz de beş - altı yıl önce Londra’dan kaçıp Southampton’a taşındık. Daha önce İstanbul ve Londra gibi metropollerde yaşamış biri olarak garip bir duygu sarmıştı içimi. Son sürat bir arabada giderken bir anda kazık fren yaptığınızı düşünün, aynen öyle. Zaten İngiltere’nin gündemi son yıllarda acayip hızlanmış olsa da Türkiye’yle karşılaştırırsak kaplumbağa hızındaydı ama Southampton’da bu kaplumbağanın ölmüş olduğunu düşünebilirsiniz. Sokakta bir ağız dalaşı bile olsa burada haber olabilir. Kısacası yaşadığım şehirde olaylar gelişmiyor; natürmort havasında bir hayat geçiyor. Başlarda iyi gelmişti ama emin olun bizim gibi huzursuzluğu bir yaşam şekli olarak seçmişler için çoğu zaman sıkıntıdan patlıyoruz. Neyse ki son günlerdeki bir gelişme moralimi düzeltti.

Yaşadığım şehirde kamu hizmetleri personeline bir ekleme yapıldı. Dru Marshall adında 26 yaşında bir hemşerim zamanında kraliçenin yaşadığı Windsor Kalesi’nde getir götür işleri yapıyormuş. Kraliçe öldükten 5 gün sonra bu arkadaşımız kraliçeye ait olduğunu iddia ettiği bir bastonu e-Bay’de açık artırmaya çıkarmış. Artırma değeri 540 pounda yükselince birden bu hesabı kapatmış. Kapatmış çünkü polisin onu izlediğini fark etmiş. Yine de dün mahkeme kararıyla Dru kardeşimiz 614 pound ve haftada 40 saatten az olmamak şartıyla bir yıl boyunca kamu hizmeti yapma cezasına çarptırıldı. Üstelik mahkemede kravat takıp, aslında kendisinin monarşi taraftarı birisi olduğunu ve bunu bir sosyal deney olsun diye yaptığını söylemesine rağmen. Demek ki buradaki mahkemeler ülkemizdeki gibi anlayışlı, hoşgörülü ve (bazı) suçları ve suçluları mazur gören yapıda değiller.

İşte son altı yılda yaşadığımız en heyecanlı olay budur. Demem o ki, eğer Southampton’a taşınmayı aklınızdan geçiriyorsanız yanınıza vakit geçirebileceğiniz ne varsa alın.

Huzur, sakinlik ve düzen bir yere kadar. Hayatımda cinnet geçirmeye bu kadar uzak hiç olmamıştım. Bari ayda bir sinir krizinin eşiğine gelseydim. Hiç olmadı, arada bir gerginleşeyim. Ruhum resmen bunlara aşeriyor. Alışmamışım bu tekdüzeliğe. Bunu aşmak için hemen her gün YouTube’dan Türkiye’deki haber sitelerini seyrediyorum ama yine de içinde yaşamak gibi olmuyor. Gerilmekten çok rahatsızlık duyuyorum; kızmaktan çok üzülüyorum.

Ben de “madem yaşadığım şehirde yeterince gerginlik yok, o zaman kendi gerginliğimi kendim yaratırım” diyerek benim oğlana sardım. Şansıma bu sene bizdeki LGS sınavı gibi GCSE denilen bir sınava girecek. Daha doğrusu bir aylık bir sürede on dersten yirmi ayrı sınava girecek. Bu sınavların hiçbiri çoktan seçmeli değil, bildiğin klasik yazılı sınav. Pardon, bir de çalgılı çengili müzik sınavı var. Kendi yaptığı bir besteyi çalmak durumunda; Allah sınav jürisine sabır versin. Bizimki Chopin ile Coldplay’i karıştırıp rap tarzında bir beste yapmaya ve bunu klasik piyanoda çalmaya çalışıyor. Şu ana kadar sanırım ilk iki notasını tamamladı çünkü odasından sürekli ding dong diye bir ses geliyor ve heyhat devamı gelmiyor. Gerçi bunlar sağlam notalar. Önce bir do ve ardından uzun basılmış bir si. Kendisine moral vermek amacıyla başlarda bu tip parçaların bel kemiğinin ilk iki nota olduğunu söylemiştim. Lakin sanırım bu motivasyonla yeni bir müzik tarzı yaratmaya kalktı: O ilk iki notayı çalacak ve gerisini biz tahmin edeceğiz. Umarım sınavda notaların sırasını karıştırmaz. En azından iki üç dakikalık bir sessizlikten sonra bir si bemol fa ile parçanın bitişini yapar diye umuyorum.

Gelelim yarattığım ve beni hayata bağlayan gerginliklere. Bizim oğlan sabahları uyanamıyor. Ben hızla odasına giriyorum. Tabii ki yanımda sadık dostum ve her türlü suç ortağım Butter var. Butter oğlumun yatağına sıçrarken ben gereksiz bir neşeyle “Günaydın!” diyorum. Daha tam gözünü açmamışken sıralıyorum: “Hadi oğlum, hadi. Kalk bakalım. Okula geç kalma. Hadi canımın içi, hadi.” Ben bunları söylerken eş zamanlı olarak Butter yatakta sağa sola gidip ve arada onun bacağına, karnına falan basıp uyandırma terörünü pekiştiriyor. Oğlanın uyandığından emin olduktan sonra mutfağa gidip kahvaltısını hazırlıyorum ve sesleniyorum: “Hadi oğlum, kahvaltı hazır!” Kahvaltısı bitmek üzereyken de “Hadi ayakkabılarını giy de çıkalım. Servisi kaçırma.” Ondan önce evden çıkıp arabayı çalıştırıyorum. Baktım ki bir iki dakikada hazırlanmamış hemen “Hadi miyiz?” sorusunu bastırıyorum. Akşam eve geldiğinde “Hadi oğlum ders çalış”, “Hadi oğlum yemek hazır”, “Hadi yatağa”, “Hadi ödevini yap” tarzında bilumum Hadiler menüsünden sunumlar yapıyorum kendisine.

Sonunda geçenlerde bir gece patladı: “Bana her şeyi söyle ama artık hadi deme! Sinirim bozuluyor! Hadi, hadi, hadi!!!!” Bu gibi durumlarda her hain babanın yapacağı şekilde sakin ve şaşırmış gibi de aslında bu duruma hazırlıklıymış gibi babacan bir tavırla yaklaşıyorum kendisine. Ve en nefret ettiği şeyi yapıyorum: Bir baba – oğul konuşması. İşin gerçeği sadece babanın konuşması ve oğlunun konuşmanın ilk otuz saniyesinden sonra sıkılıp dinlemekten vazgeçmesi olayına verilen bir addır bu. Her neyse…Benim oğlan isyan bayrağını açtığında ona otuz saniyede şunları söyledim: “Ben seni Türkiye’ye benzetiyorum. Korkunç bir zenginlik var içinde. Yeteneklisin, zekisin, gençsin, dinamiksin, çok yönlüsün. Ne yazık ki, birisi seni itmezse, sana yön göstermezse kendin için iyi ve doğru olanı yapmıyorsun. Gündelik telaşlarla, hazlarla veya kaygılarla zaman geçiriyorsun. Dikkatin çok kolay dağılıyor ve genelde kolay olan, çabuk ve hızlı kazanç getiren seçimler yapıyorsun. Bu seçimler uzun vadede sana kaybettiriyor. Ben her hadi değişimle sana gayret vermeye, sana faydalı olacak şeyleri yapman için yönlendirmeye çalışıyorum. Baba olarak benim işim bu. Olay budur.”

Sıkıldığı için mi yoksa söylediklerime hak verdiği için mi tam anlayamadığım bir şekilde huşu içinde durdu. Ben sessizce odadan çıktım. On dakika sonra ışığını kapatmış ve yatmıştı.

Ertesi sabah işkenceye kaldığım yerden devam ettim ama kahvaltı ederken doğanın çağrısına uyup tuvalete girmiştim ki içerden seslendi: “Babaaa! Hadi miyiz?”

Ben de size sormak isterim: Hadi miyiz?...