Transandantal Total

Gerçeği aramıyoruz, gerçeği sevmiyoruz, gerçek umurumuzda değil… Gerçek cazip hiç değil… Transandantal totale yiyip yutacakları dozlarda, sızılarını unutacakları, renkli naylon düşler zerk ediliyor. Antidepresanlarına aşık bir kitleden ne zarar gelebilir ki?...

Bundan üç küsür yıl önce ilk romanım yayınlandıktan hemen sonra gelen olumlu tepkilerden dolayı havalara girip bir süre Nobel, Pulitzer gibi yarışmaların seçici kurullarından telefon bekledim. Gelmedi. Ben de şüphelenmeye başladım. Yayınevini aradım. Telefon üç-beş kere çalıp açılmayınca şüphelerimin gerçek olduğuna emin oldum. Kesin aradılar ve benim yayınevi telefonu açmadı. O sinirle önüme gelen herkese çay ısmarladım. Allah’tan yalnızdım da fazla param gitmedi. Yarım saat falan sonra telefonum çaldı; arayan yayıneviydi. Daha alo demeden giriştim.

- Bu telefonlar niye açılmıyor? Niyeeee? Sizde bu lakaytlık olduğu sürece Türk edebiyatı bir yere gitmez. Allah bilir adamlar kaç defa aradılar ama açılmayınca vazgeçtiler. Haaa! Adamlar aradı ve bana söylemiyorsanız şerefsizin önde gidenisiniz. Eminim ve son kararım!

- Sana da günaydın Burak. Hayırdır? Bu ne şiddet bu celal?

- Yahu kitaba benim cebi yazmamışım. Bu durumda adamlar kimi arayacak? Tabii ki sizi. Sizler de açmayınca, yandı gülüm keten helva.

- Hangi adamlar?

- Nobel ve Pulitzer jürisi.

- O da olur inşallah!

Dedi ve kapattı. Bir süre sinirimin geçmesini bekledim. Sakinleşince daha mantıklı düşünmeye başladım. Sonuçta kitap çıkalı bir-iki hafta olmuştu ve jürilerin eline geçmemiş olabilirdi. Gerçi Türkçe olduğu için okumakta bir parça zorluk çekebilirlerdi ama sonuçta dünyanın her yerinde bir Türk bulmak kolaydı. Adamlar eşek değil ya, bu kadar prestijli ödül veriyorlar, bir zahmet bu ufak pürüzü de hallediversinler.

Jürilere biraz süre vermeyi uygun buldum ama sonra bir başka olasılık aklıma geldi. Diyelim ki bu adamların gözünden kaçtı ama benim romandan çekilebilecek bir film Oscar veya olmadı en azından Altın Palmiye alacaktır. Bu konuyu editörüme danıştığımda bana gülümsedi ve hatta sanırım fikrim çok hoşuna gitmiş olacak ki gülümsemekle kalmadı kahkahalara boğuldu. Şanın, şöhretin kokusunu alınca tabii gülersin köftehor, diye geçirdim aklımdan. “Bu konuyu beraber düşünelim?” deyip romanımın uzun olduğuna, normalde aşağı yukarı bundan 17 saatlik film çıkacağına, çok usta bir yönetmenin veya senaristin bile üç – dört saatten aşağıya indiremeyeceğine beni ikna etti. Ayrıca eğer film çekilecekse romanın yaklaşık yüzde sekseni kesilecekmiş.

Biraz bozuldum ama hak da verdim editöre. Tam vazgeçecekken aklıma dahiyane bir fikir geldi: Madem 17 saatlik film olmuyor, bunu dizi yaparız! Hızla araştırmalara başladım. Bu amaçla kumandanın açma düğmesine basmam yetti. İlerleyen on günde ne kadar dizi varsa seyrettim. Sonuç? Yaşama küstüm, depresyona girdim ve çoook sıkıldım, çoook. Yine de pes etmedim ve birkaç yapımcıyla temasa geçtim. Genel anlamda gelişen diyalog şöyle bir şeydi:

- Bu piyasada ayakta kalabilmen için totale iş yapman lazım. Tek alternatifin platformlara yapmak ama orada da yığılma var. Senin adını bilen yok, sektörde de tanınmıyorsun… Bu durumda eğer şanslıysan önümüzdeki beş – on yılda dosyan oralardan birinin önüne gelir ve yine eğer şanslıysan hikâyeyi beğenirler. Bu durumda öyle bir dizi çıkar ki sen yazdığın ana karakteri bile tanımazsın.

- Anlıyorum da yapan nasıl yapıyor?

- Tanınan, güvenilen ve sistemi bilen insanlarla çalışılıyor, bu bir. İkinci konu ise eserin kendisi. Senin romanı okudum. Eline sağlık ama bazı temel sorunlar var.

- Nedir?

- Hocam, politikaya girmişsin hem de dibine kadar. Üstelik tamamen muhalif. Bunu hangi kanala satacağız? Bunu geçtim. Eşcinsel karakterler kullanmışsın, yetmemiş bir Ermeni bir de Kürt karakterin var. Yetmedi, evlilik dışı sevişme var. Hadi bunları da geçtim, adam uzun uzun ideal bir dünya tarifi yapıyor ve bunu polis akademisinde anlatıyor. Bir de işin tatsız tarafı, senin roman biraz sıradan insanları barındırıyor. Bak, yazdığın İçişleri ve Savunma Bakanı tiplemelerine daha girmedim bile.

- Ne var bunda?

- Hocam, sen hiç sokağa çıkmıyor musun? Paralel evrende mi yaşıyorsun? Böyle bir senaryoyu hangi kanal yayınlayacak? Bu diziye kim para yatıracak? Bu dizi denetimden nasıl geçecek? Seyreden total kitle yazdıklarını nasıl anlayacak? Bambaşka bir tarih yazmışsın ve bu yerli ve milli tarihle çelişiyor. CİMER’e bölüm başı ne kadar şikâyet gelecek, bir tahminin var mı?

- Pardon, lafını kestim ama sürekli bir total lafı geçiyor. Nedir o?

- Televizyon seyreden herkes. Herkes derken boş zamanlarının çoğunu televizyon seyrederek geçirenler. Ortalama ve altında olan gelir ve eğitim seviyesi.

- Tekrar pardon ama, esas bu insanlara bunları anlatmak lazım değil mi?

- Hocam, sana kolay gelsin diyor ve şans diliyorum…

…..

Transandantal kelimesinin sözlük anlamı dünyaya bir nevi dünya dışından bakabilme yetisidir. Zorlayarak yeni bir öz Türkçe kelime bulunmuş: Aşkınsallaşma. Aşkın kelimesinin anlamı ise bir şeyi aşan, geride bırakan. Bunun karşısında ise içkin kelimesi duruyor; yani bir şeyi kapsayan, içine alan.

Dizileri, tartışma programlarını ve hatta haberleri seyrederken, yaşadığımız gerçekle alakasız ve bazen taban tabana zıt bir dünyanın önümüze serildiğini düşünüyorum. Ortada bambaşka bir yaşam dinamiği ve bambaşka bir ahlak söz konusu. Sanki bu programları hazırlayanlar transandantal bir beceriye sahip ve gerçeği geride bırakmış durumdalar. Total ise önüne konanı içkinleştiriyor. Transandantalin büyüsü herkesi etkisi altına alıyor.

Marie Antoinette “Ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler” demedi. Zaten o laf pasta değil, brioche ekmeği. Hem de lafı yazan Jean Jacques Rousseau, Marie Antoinette’ten bahsetmiyor bile. Ninjalar siyah giymiyorlar çünkü halk arasında tanınmamak için sivil Japon kıyafetleriyle gezerlermiş. Çin Seddi’nin uzaydan göründüğü falan yok. 9 metre eninde ve çevresindeki araziyle hemen hemen aynı renkte bir yapı nasıl görünsün zaten. Salem’de cadılar yakılmadı. 19’u asıldı, biri taşlandı. Napoleon’un boyu 170 santimdi. İngiliz ve Fransız ölçüleri farklı olduğu için 157 santim olduğu rivayet edildi. Neron Roma yanarken bırak lir çalmayı, şehirde bile değildi. Üstelik yangın sonrası sarayını halka açıp gıda tedariki yaptı. Vikinglerin boynuzlu miğfer taktığı falan yoktu. Olsa, bir tane olsun bulunurdu. Bunu 19. yüzyılda İskandinav sanatçılar uydurdu.

Gerçeği aramıyoruz, gerçeği sevmiyoruz, gerçek umurumuzda değil… Gerçek cazip hiç değil… Transandantal totale yiyip yutacakları dozlarda, sızılarını unutacakları, renkli naylon düşler zerk ediliyor. Antidepresanlarına aşık bir kitleden ne zarar gelebilir ki?...