X- Dosyası

"Bu bir övgü yazısı veya retro bir güzelleme değil. Bunun ötesinde bu aralar yere göğe sığdırılamayan Z Kuşağı için bir uyarı yazısı. Evet! Yakında siz de bizim durumumuza düşeceksiniz gafiller."

Nasıl başlık ama?... Okuyan, gizli saklı bilgilerin, gün yüzü görmemiş gerçeklerin, paranormal fenomenlerin kayda geçirildiği bir belgeyi ele geçirmişim de kamuyla paylaşıyorum sanır. Aslında X – Dosyası, Direct X teknolojisi kullanılarak oluşturulan üç boyutlu görsel dosyalara verilen isimdir. Ne yazık ki konumuz bu değil. Konumuzun başka neler olmadığını kısaca örnekleriyle sıralayayım:

Matematikteki bilinmeyen öğe değil.

- x – 3 = 5. Bu denklemde x’in değeri nedir?

- Hocam, üçe beşe bakmam ben. X dış mihraktır ve görüldüğü yerde yok edilmelidir. Bu tür sorularla bana gelmeyin hocam! Babam teşkilattandır, sizin eve bir gece ansızın gelebilir yani.

Tıpta vefat edenler için kullanılan bir terim değil.

- Hastamız maalesef X oldu.

- Saçmalama Rıza, gasilhanedeyiz zaten; pamuğu tık da işimize bakalım.

İlişki argosunda sabık, eski eş veya sevgilileri tanımlamak için kullanılan bir jargon değil.

- Senin X alemlerde yeni sevgilisiyle boy göstermiş.
- Dalga geçme Nesli, adam cüce diye…

Örnek verirken “herhangi biri veya bir şey” yerine kullanılan harf hiç değil.

- Misal, bu köyden X birini ele alalım.

- Bizim aramızda öyle adam barınamaz vekil efendi! Ayrıca ele almak derken?... Kırarız ağzını burnunu!

İpimle kuşağım…

Konumuz, aslında yukardaki örnekleri bir parça da olsa içinde barındıran ama bunu kendine bile itiraf edemeyen X kuşağı. Kabaca 1965 ile 1980 arası doğan tayfadan bahsediyorum. Bazı şeyleri sonlandıran, bazı şeyleri başlatan, ekseriyetle iki çağ arasında sıkışmış garip, mağdur, çoğu “herhangi biri” olmaktan kurtulamamış, geride kalmış, bir bölümü şimdiden aramızdan ayrılmış, kendisinin de ne olduğunu tam bilmeyen, çoğunlukla maruz kaldıklarıyla yetişmiş bir kuşak. Oysaki, tüm bunlar yüzünden ve yine bunların sayesinde eşsiz, benzersiz ve incelenmeye değer bir jenerasyon olduğunu düşünüyorum.

Bu bir övgü yazısı veya retro bir güzelleme değil. Bunun ötesinde bu aralar yere göğe sığdırılamayan Z Kuşağı için bir uyarı yazısı. Evet! Yakında siz de bizim durumumuza düşeceksiniz gafiller! Alfa geliyor, Alfa! Olmadı, Beta, Gama falan; sizin defterinizi düzmeye geliyorlar. Biz konuşurken dudağınızda oluşan alaycı bükülmenin karşınızdakini nasıl bir böcek gibi hissettirdiğini anlayacaksınız. Hainler, zorbalar, kırmızı urbalılar! (Biri beni durdursun; şekerim yükseldi galiba. Hanım, benim hapları versene lütfen; üst çekmecede olacak. Yok o mavi olanlar değil; onu başka şeyler için alıyorum.)

Kırmızı urbalılar

Hazır kırmızı urbalılar demişken, ilk romanım “ŞİMDİ bitti”de Z kuşağından bir karakterin ağzından X kuşağıyla ilgili yazdığım bir pasajı paylaşayım:

“Aynı esnada Kulver Kalesi’nde Yüzbaşı Tommiks Albay Brown’ın kızı Suzi’ye dağlardan topladığı Colorado Columbine çiçeklerini vermektedir. Konyakçı ve Doktor Salasso’yla birlikte Binbir Surat’ı bin birinci kez alt etmelerinin şerefine, ortakları kendilerini alkole verirken, Tommiks on beş yaşın verdiği enerjiyle Rocky Dağları’na tırmanmış ve 4.000 metrede bu çiçeklere rast gelmiştir. Suzi’nin gözleri kadar mavi ve Suzi kadar nadir olan bu çiçekleri görünce dayanamamıştır. Buluğ çağındaki her yüzbaşı gibi onun da bazı ihtiyaçları vardır ve giderilmedikçe kafayı dağıtmak için dağlara tırmanmaktadır. Ne yapsın çocuk? P..iyle oynamanın da bir sınırı vardır.

Aynı esnada Çelik Bilek, arkadaşları Profesör Öklitus ve Rodi’yle İngiliz işgalcisi Kırmızı Urbalılara karşı Amerika'nın bağımsızlığı için savaşmaktadır ki 250 yıl sonra Donald Trump başkan seçilebilsin. Vatanperver, teorisyen, fakir babası, gönül insanı Avukat Konoli'nin sempatizanı ve tetikçisi olarak kimlik krizi yaşamaktadır. Misal, olaylar Amerika’nın kuzeyinde ve bir ihtimal Boston civarında geçmesine rağmen kendisi adını ve nerede olduğunu bile bilmediği Teksas isimli bir çizgi roman kahramanıdır. Üstelik adı Blake olmasına rağmen kendisine Bilek denmektedir. Bu da herhalde İngilizcenin bize bir armağanıdır. Yazın bile çıkarmadığı, adeta kafasına yapışık kunduz kürkünün verdiği hararetle, sürekli “Hay bin kunduz!” diye bağırarak o başlığı kafasından çıkaramadığını bize satır arası mesajla bildirmektedir. Sanırım, o takkeden kurtulduğunda rahat bir soluk alıp kendini bulacaktır.

Bizi yetiştiren nesil, bunları ve bunun gibi resimli romanları okuyarak büyümüş; bizim akıl sağlığımız ne kadar yerinde olabilir ki?”

Demem o ki, yetiştiren neyse yetişen odur. Tamam çok farklıyız ama sonuçta bizim arızalarımızın bir bölümü genetik olarak veya yetiştirme yoluyla size de geçmiştir mutlaka. Bu arızayı gidermek için sorunun köküne inmek gerek. “Yat, bana çocukluğunu anlat” tarzı bir terapi yetmez buna. Daha da geriye, hatta bu Z kuşağından da önceye gitmek gerek. 40 yaşından üstte olanlara seslenmek istiyorum: Anlatılan senin hikayendir. (Sedat Peker’le ayrıldığımız tek nokta bu değil.) Tombul Matematik, Neşeli Fizik, Afacan Kimya, Nevrotik Biyoloji tadında, sevilemeyenleri sempatik etme çabasıyla bizim kuşağımızı benzersiz kılan bazı noktalara değinmek isterim:

Cennet vatanımızın istikrar ve ahlak sembolü sivil siyaset ortamına göz bebeğimiz Silahlı Kuvvetleri (ben demedim Kılıçdaroğlu söyledi) tarafından iki kere müdahale edilmesine tanık oldu X kuşağının erkenci tayfası. Hadi diyelim ki, ilkinde anlayamayacak kadar çok küçüklerdi, peki ikinciyi ne yapacağız? İlkinin artçı sarsıntılarını ne yapacağız? Bu durum tıpkı yeni tanıştığınız birine elinizi uzattığınızda karşınızdakinin size tekme tokat girişmesi gibi bir şey. Durun yahu! Daha yeni doğduk, aklımız başımızda değil, demeye kalmadan iki ihtilal dönemi ve ardından askeri yasalar. Bir de üstüne bu dönemde yaşanan kayıplar, ülkeden kaçmalar, falan. Kısacası bizi önce bir temiz dövdüler, sonra sokağa (hayata) saldılar.

Aşırı politize ebeveynlerin yetiştirdiği X kuşağının büyüdüğü ortam ise tam tersi komple apolitikti. Yani biz mutfakta aşçı, sokakta hanımefendi, yatakta ise artık ne gerekiyorsa onu olmak zorundaydık. Bundandır bizdeki kişilik bozukluğu.

Dünyada yaşanan birçok bölgesel savaşın yanı sıra esas mesele Soğuk Savaş idi. Bizim ezberlerimiz vardı. İsimleri uzun olduğu için kısaltmalarla anılan iki ülke, sokak çeteleri gibi kendilerine gönüllü, gönülsüz birtakım palikaryalar toplamış birbiriyle itleşiyorlardı. Bunlardan SSCB olanının başına, kelinde Güneydoğu Asya haritasını andıran doğum lekeli biri geçti. Bu şirin suratlı amca, Glasnost dedi, Perestroika dedi, bir baktık Soğuk Savaş sona ermiş. Yahu kardeşim, ben bu dünya düzenini daha yeni öğreniyorum, bir anda nasıl sağdan sola döneyim. İşin yoksa, bütün öğretilenleri unut ve baştan yeni dünya düzenine adapte ol. Akılların bir bölümü de burada gitti zaten. Gerisi, yükselen, yükseldikçe arsızlaşan, arsızlaştıkça azgınlaşan ve daha da daha da azgınlaşan bir kapitalizm macerası.

Önüm arkam sağım solum sobe

Tek değişim siyasette de yaşanmadı. Ortada medya adına sadece gazete ve radyo vardı. Sonra televizyon geldi. Başta siyah beyazken sonra renklendi, sonra kanal sayısı arttı, bu arada özel radyolar çıktı falan derken bir baktık ki Teoman’ın Zamparanın Ölümü şarkısında dediği gibi çok kadın, hiç kadınmış ve sonu yalnızlıkmış. Biz elimizdekinin kıymetini bilememişiz. En azından az kanal olduğunda gerçeğin en fazla 2-3 versiyonuyla muhataptık. Şimdiki gibi önüm arkam sağım solum manipülasyon ve algı yönetimiyle çevrili değildi.

Bu arada aynı dönemde müzikte art arda devrim niteliğinde gelişmeler yaşanmakta ve bizlerin ruhu Led Zeppelin’den MFÖ’ye, ABBA’dan Ferdi Tayfur’a, Pink Floyd’dan Erol Evgin’e ve hatta Miles Davis’ten Sezen Aksu’ya savrulmaktaydı. Rock müzik alt kategori açmalara doyamıyor; glam, senfonik, psychodelic, progressive, alternatif, hard ve bilumum kamplara dağılıyordu. X Kuşağı bir araya geldiğinde geceyi Münir Nurettin’le açıp AC/DC ile kapatırsa şaşırmayın diye söylüyorum. Kısacası ruhumuz ortaya potpuri şeklinde etrafa saçılmış bir kere, toparlayamıyoruz.

Bir de bu müzikleri dinlemek için en başlarda önceki nesilden kalma bantlarla başladığımız serüvenimiz, plaklarla, kasetlerle, CD’lerle ve lazer disklerle devam etti. Geldiğimiz noktada bunlardan hiçbirini kullanmıyoruz. Herkes bir veya birkaç online platformdan dinliyor müziği. Zamanında pikap iğnesi değiştirmekte usta olan ben, bandı sarmış kaset tamirinde, CD temizliğinde ve ne bileyim online kayıt yapmada usta olmaya çalıştım. İşin pis tarafı, yeni öğrendiğim bilginin ömrünün en fazla 2-3 yıl geçerli olduğunu bilerek yapıyorum bunları. X kuşağı, hiçbir şey değilse bile, artık miadı dolmuş lüzumsuz bilgiler deposudur. Bu sigorta teli, daktilo şeridi falan değiştirmekte de öyle, senatonun işlevlerini bilmekte de.

X kuşağı ısrarla eve sokulmaya çalışılan belki de son jenerasyondur. Cinsiyet farkı olmaksızın istisnasız hemen her çocuğun mutlaka bir yerlerinde yaralar, yanıklar, çatlaklar veya kırıklar olmuştur. Yani anne babaları tarafından pamuklara sarıp sarmalanmayan bu nesilden “cam çocuk” pek çıkmaz. Öte yandan, şimdikinden çok daha az tehlikeli olan sokaklarda başına gelmedik kalmayan X kuşağı sıra kendi çocuklarına geldiğinde aşırı temkinli davranıyor. Evham dorukta olduğu için gereğinden fazla korugan davranıyor. Sonuçta, sokağın mikrobunu almayan çocuklar da steril ortamlarda büyümekten dolayı bir hayli hassas oluyorlar.

Sokaktan eve illaki pis gelen Hüp (sürekli X kuşağı yazmaya üşendiğim için onun yerine bunu buldum) hemen banyoya sokulurdu. Yıkanmak, bir şekilde eğlencenin bitmesi anlamına geldiği için Hüpün su ile ilişkisi de gelgitlidir.

Sosyal medya, bilgisayar oyunları ve binlerce başka akıl çelen şey olmadığı için Hüpün en büyük eğlencesi diğer çocuklardı. Bu yüzden, sosyal ve fiziksel ilişki kurma konusunda Hüp daha becerikli hale geldi. (Haydaaa, fiziksel ilişki derken ben onu mu kastettim? Aklınız hep ters çalışıyor sizin de!) Ayrıca, fiziksel dünyayla daha iç içe oldukları için el becerileri de daha gelişmiş durumda. (Bak hala!... Arkadaşım ben demin ne dedim sana? Aklın nerde senin?) Tabii fazla sokak, fazla etkileşim, fazla olay, fazla macera beraberlerinde fazla travmayı getirir. (Arada bir üstüme bir titreme geliyor ya, işte hepsi o günlerden kalma.)

Saati Bozuk Maarif Takvimi

Hüpün bir başka benzersiz tarafı ise tamamen analog bir dünyadan komple dijital bir dünyaya geçen ve buna tam anlamıyla adapte olabilen tek kuşak olması.

Temel ve bence önemli konulardan birisi de bu kuşağın genelde elle yazması, not tutması. Misal, a harfini yazarken elimiz m’den farklı işliyor; dolayısıyla yazılan şey beyinde daha da yer ediniyor. Oysa bilgisayarda öyle mi? Tık a, tık m, tık, tık, tık. Beyin aşağı yukarı hep aynı komutu veriyor. Son tahlilde varılan nokta “Nbr cnm” mesajı.

Sosyal medyanın olmaması paranoya ve linç olaylarını da en aza indiriyordu. Hüpün psikolojisinin nanay olmasının nedeni sosyal medya değil. Bizim asabımızı baştan bozdular zaten. (Bkz. baştaki birkaç madde.)

Boza, simit, hıyar, kestane, nohutlu pilav, midye dolması, buzlu badem gibi mamulatı sadece ve sadece sokak satıcılarından alabilen Hüp genelde süt ve yoğurdu da sokak aralarında dolaşan seyyar satıcılardan alırdı. Cırcırın o zamanlar yaygın olması tuvalette daha fazla vakit geçirmeye neden oluyordu. O günlerde edindikleri alışkanlıkla bir Hüp mensubu tuvalette saatlerce sıkılmadan kalabilir. (Arkadaşım sen gene mi geldin? Artık küfredicem.)

Sadece tuvalette değil, hayatta biyolojide sıkılmayı ve beklemeyi sanata çeviren son kuşak diyebilirim Hüp için. Ayrıca, geleceğin daha aydınlık, daha güneşli günler getireceğini umut edebilen son saf kitledir kendileri.

Hüpün ilk gençliği daha organik geçti. Millet neyse oydu. Tabii bunda dövme sektörünün ve estetik cerrahinin hem pahalı hem yaygın hem de henüz çok gelişmemiş olmasının da payı var. Düşünün, öyle bir nesil ki Ajda Pekkan’ın yaşlandığını gördü. Sonra bir baktık ki tekrar genç olmuş. Sonra da aynı yaşta takılıp kaldı. İnsan üzülüyor tabii, gelişim bozukluğu falan mı var acaba?

Sosyal medya diye bir şey olmadığı için de insanlar kendilerini zaten onu tanıyan kişilere ifade ediyorlardı. Bu da riya, kurnazlık, olduğundan başka görünme ve yalan söyleme oranını azaltıyordu. Bu yollara başvuranlar ise aşırı yaratıcı olmak durumunda kalıyorlardı. Bu noktada Turgut Özal ve Süleyman Demirel’e ayrı bir parantez açmak gerek. Sayelerinde politikaya kalan son inancımızı da kaybettik. İdeolojiler yerini “işini bilmeye”, idealler ise “günü kurtarmaya” döndü. “Meseleleri mesele etmezseniz ortada mesele kalmaz.” sözüyle aslında “sen canını sıkma canım vatandaşım, biz senin yerine düşünür, senin yerine yaparız. Hadi bakalım, ilerdeki merada otlamaya devam” dendi bize. Kısacası bu konuda bir adım bile geriye gitmememizin nedeni de sürünün çoğunluğunun hala o merada kalmış olmasıdır.

Son kertede, büyüklerini dinleyip anlaması tavsiye edilen ve bu konuda sık sık azar işiten Hüpten, büyüyüp anne baba olduğunda çocuklarını dinleyip anlaması istendi. Kendinden önceki ve sonraki gruplara anlayış gösterme terbiyesi kafasına kazındığından geriye şu temel soru kaldı: Bizi kim dinleyecek, kim anlayacak?