Cumhuriyet’e giden en büyük yol: Büyük Taarruz
Hiç kolay olmadı hem de hiç. Ne dağılan bir orduyu toparlamak ne de yıllarca süren savaşların, yoklukların, kayıpların yakıp yıktığı bir Anadolu’yu yeniden...
Hiç kolay olmadı hem de hiç. Ne dağılan bir orduyu toparlamak ne de yıllarca süren savaşların, yoklukların, kayıpların yakıp yıktığı bir Anadolu’yu yeniden umutla ayağa kaldırmak kolay bir işti. Ama yıllarca küçümsenen İnönü zaferleri bir ayağa kalkıştı. Sonrasında Eskişehir-Kütahya muharebelerinde Altıntaş bozgunu. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın belki de hayatının en kötü günü ve saatleri. Yanında olan gazeteci Yakup Kadri’ye (Karaosmanoğlu), ‘‘Her şey bitti Yakup Kadri, hayale yer yok, hakikat bu’’ sözleri yaşadığı çöküşü anlatıyor.
Ama işte en zor anda bile ayakta kalabilmek mühim olan, eğer kazanmak isteniyorsa. Anın en zor noktasında cepheye koşup gelen önce İsmet Paşa’yı sonra orduyu ve ardından da milleti ayağa kaldıran yine Mustafa Kemal olacaktır. Önce ‘‘sen halihazırda kazandın’’ diyerek en güvendiği kurmayını motive eder ardından da orduyu doğru düzgün derli toplu Sakarya ırmağının doğusuna çekmesi talimatını verir.
VARLIKLA HİÇLİK ARASINDA BİR BÜYÜK MEYDAN OKUMA
Zor zamanlarda zor kararları ancak liderler, büyük liderler alabilir. Sakarya aslında yalnızca sahaya geri dönüş, ideallere geri dönüş değil varlıkla hiçlik arasında bir büyük meydan okuma. Ordu bu meydan okumayı mükemmel bir şekilde zaferle sonuçlandırır. Eleştiriler, suçlamalar bir gün unutulur ama küllenir mi? Biter mi? Bitmez ve bitmedi. Bir yanda gruplar ve siyasi rekabet, diğer yanda orduyu ve milleti son bir ayağa kalkışa hazır etme çabası.
Aslında ilk Büyük Taarruz içeride oluyor. Mustafa Kemal Paşa muhaliflerinin Meclis’te yaptıkları, ‘‘Ordu neden yürümüyor?’’, ‘‘Başkomutan neden ordusunun başında değil?’’, ‘‘Ordu savaşa hazır değil mi?’’ sorgulamalarına karşı hata yapma imkanı olmayan o büyük savaşın hazırlıkları yapmak işte o büyük iş, bambaşka bir yetenek ve kapasite. Tabii orduda da Büyük Taarruz öncesinde tam bir fikir birliği yok, harekatın biçimine, stratejisine bile bazı komutanlar karşı. Ama işte ikna kabiliyeti yüksek bir komutan nelere kadir oluyor.
‘‘GÜN AĞARDI AĞARACAK. KOKUSU TÜTMEĞE BAŞLADI ANADOLU TOPRAĞI UYANIYOR’’
Gelelim 26 Ağustos’a. Ne güzel, ne coşkulu, ne unutulmaz anlatır Nazım Hikmet, o günü sabahın ilk ışıklarını:
‘‘...Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı :
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın
yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtırasını
ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu...’’
DOĞRU STRATEJİ DOĞRU UYGULAMA
Elbette Büyük Taarruz, komutanların savaşıydı. Bir yanda Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Fahrettin Paşa, diğer Hacıanesti, Trikopis, Passaris, Plastiras. Kazanan Türkler oldu. Bunda hiç kuşkusuz Sakarya Savaşı sonrası baş gösteren Yunan komutanlar arası çekişmelerin rolü kadar Yunan güçlerinin kontrol edebileceklerinden çok daha büyük bir alanı işgale kalkışmış olmasının da etkisi var.
Tabii Mustafa Kemal Paşa’nın başkomutanlığındaki Türk ordusunun tecrübesini, doğru stratejisini ve bu stratejiyi sonuna kadar uygulama çabasını da ihmal etmek doğru olmaz.
Yeniden 26 Ağustos sabahını hatırlamalı.
"HAYDİ BAKALIM HACIANESTİ"
Kocatepe’de hakim noktadan savaşı an be an takip eden komutanların yanında bir tanık var. Ethem Tem. Mustafa Kemal Paşa’nın Kocatepe’deki ikonik iki fotoğrafını çeken istihbarat subayı fotoğrafçı Ethem. O tarihi anların unutulmaz tanığı şöyle anlatıyor, Yeditepe Üniversitesi’nin bastığı Ethem Tem’in anıları kitabında:
‘‘Tarassut zabitleri onlarla harekatı takip ediyor. Başkumandana bilgi veriyor. Muhabere şubelerin kurdukları sahra telefonlarıyla gelen raporlar yazılıyor, dakikası dakikasına kumanda heyetine veriliyordu. Çok defa Başkumandan bu raporları komutanlarla birlikte okuduktan sonra ayrılıyor, kayalıklar arasında yalnız başına dolaşıyordu. Bu dolaşmalar sırasında ara sıra mırıldanma gibi sesler işitiliyordu. ‘Haydi bakalım Hacıanesti’. Sigara üstüne sigara yakıyor, nefes üstüne nefes çekiyor ve kendi kendine ‘Haydi bakalım Hacıanesti’ diyor. Kayalıklar arasında hareketli hareketli dolaşırken Kocatepe’deki o resmini çekmiştim. Resmin sağ tarafında kumandanlar grubu görülüyor. Yemek kimin aklına geliyor. Saat 14’ü geçmiş. Başkumandan yaveri Salih Bey, nereden tedarik etmişse etmiş, bir dilim karpuz almış, Başkumandana yedirmeye çalışıyordu. Mustafa Kemal Paşa karpuz dilimini aldı. Kazılan siperlerden birinin duvarına dayanarak oturdu. Karpuzu yerken karşısına geçtim. Makinemi işletiyorum, Gülerek yüzüme bakıyor, ‘Çek çek’ diyor.’’
Muazzam bir tanıklık. İlki Hacıanesti meselesi. Malum Büyük Taarruz’dan birkaç gün önce yabancı gazetecilere cepheyi gezdiren Yunan komutan Hacıanesti, dünya basınına “Cepheleri gezdim Mustafa Kemal’i göremedim” diyor. Paşa da bu haberleri okuyunca biraz içleniyor. Kayalıklar arasında söylenmesi aslında bir hesap sorma. Zaten 2 Eylül’de Uşak’ta esir halde misafir ettiği Trikopis de Yunan başkomutanın cephede hiç olmadığını teyit edecektir. İkincisi çekilen fotoğraflar. Ethem Tem’in etraflıca anlattığı ilk fotoğraf, Taksim Anıtı’nın kuzey cephesinde Büyük Taarruz’u anlatan kompozisyonda yer alan Atatürk heykeline de uygulanmıştır. Ancak diğer fotoğraf elimizde yok. Kayıp. Tem, İzmir yangınında birçok başka fotoğraf gibi o fotoğrafın da yandığını söyledi, yazdı yıllar sonra. Ama düşünsenize savaşın gün boyu bin bir stres altındayken savaşın başkomutanı siperde karpuz yiyor ve fotoğrafçıya ‘çek’ diyor. Müthiş bir özgüven ve savaşı kazanacağına dair inançtan başka nasıl ifade edilebilir ki bu durum?
‘‘ONLAR Kİ TOPRAKTA KARINCA, SUDA BALIK HAVADA KUŞ KADAR ÇOKTURLAR’’
Savaş 26 Ağustos’ta kazanıldı aslında ama 30 Ağustos Yunan ordusunun düzensiz kaçışıyla tamamen adı konmuş oldu. Sonra ne mi oldu? Yine Nazım’a başvuralım. O anlatsın büyük destanını biz dinleyelim:
"Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.
Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların maceraları vardır...’’
Büyük Taarruz bir komutanlar savaşıydı. Ama bu zafere hayatlarını adayanlar olmasa sonuç kesinlikle böyle olmazdı. 9 Eylül’de İzmir kurtarıldıktan 9 gün sonra 18 Eylül’de son Yunan askeri Anadolu karasından ayrıldı. Ve muazzam bir zafer. Kadını erkeğiyle, genci yaşlısıyla, Meclis’i ordusuyla, eri kurmayıyla, çiftçisi işçisi esnafıyla, eşsiz bir destan. Büyük Taarruz olmasaydı ne Lozan olurdu ne Cumhuriyet. Peki ama hak ettiği saygıyı ne kadar görüyor? İşte orası muamma.