14 Mayıs’a doğru: İktidar değişiminde halk iradesi ve ötesi
İktidar değişimi için umutlu olanlar da, iktidarlarının kirini beka demagojisiyle örtmeye çalışanlar da, bu seçmeni küçümsemezlerse iyi olur.
Turgay Kurultay
Ülkenin bundan sonraki gidişatı için hayati önemde olduğunu herkesin kabul ettiği bir seçime günler kaldı. Sonuçlara ilişkin halen keskin bir tablonun ortaya çıkmadığı bir aralıkta muhalefetin oylarını ve seçim güvenliğini nasıl artırabileceği sorusu önemini koruyor. Kılıçdaroğlu’nun küçük farkla daha fazla oy alması durumunda seçimin manipülasyonlarla ve YSK’nın keyfi kararıyla çalınabileceği endişesi büyük. İktidar temsilcilerinden yankılanan son propaganda cümleleri ve mesajlar bu komplikasyonu zirveye çıkardı. Farkın “üstü örtülemeyecek” kadar büyük olması, halk iradesine dolaylı veya doğrudan müdahalelere karşı bir güvence gibi görülüyor. Burada endişeyi veya güvenceyi yorumlayabilmek için, siyasetteki aktörlerin ve siyaset kültürümüzün yansıttığı manzaraya, bunun nasıl dile geldiği ve hangi anlamlar üzerinden şekillendiğine de bakmak gerek.
Muhalif pozisyonda bulunanlar; bunca çöküşe, haksızlığa, liyakatsizliğe rağmen seçim sonucundan hala emin olamama halini akıl almayacak bir şey olarak görüyor. Mantığın açıklayamadığına başka açıklamalar aranıyor: İktidarı ayakta tutan seçmenlerin Erdoğan’a biat içinde bağlı olduğu kabulü gayet yaygın; Erdoğan’ın bir seçim kazanma makinesi olduğu, geniş kitleler için de ranttan pay almanın cazibesi, buna toplum denilen oluşumun kolay aldatılabilir olması, dünyayı yöneten meşum güçlerin tercihini Erdoğan’dan yana kullanması gibi formülasyonlar da eklenebilir… Kolay alıcı bulan sonuncu açıklama modeli son dönemlerde “yerli-milli” sloganıyla öncelikle iktidar cephesinin diline geçmiş olsa da memleketimizde bu bakış açısı, iktidarı ve muhalefetiyle dünyayı okuma kültürünün parçası.
İktidarı bugün zora sokan ağır ekonomik sıkışmışlığın, yanı sıra sıradanlaşmış hukuksuzluğun, medya karartması ve ifade özgürlüğü üzerindeki şiddetin en azından beş yıldır bir düzen haline gelmiş olmasına rağmen bu iktidarın devamının hala ihtimal dahilinde görülmesinin cevabını arıyorsak, bu kolaycı açıklamaların ötesine geçmek gerek. Burada siyaseti kavrayış ve ifade ediş biçimlerine özellikle kafa yorulmalı.
Seçime doğru son düzlüğe girmişken ve bu boğucu iktidarın karşısında birleşmeyi başaran geniş bir muhalefet cephesinin öyle veya böyle umut verdiği bir zamanda bu tür düşüncelerin yeri mi diye düşünülebilir. Bazı açılardan tam da bugün onun yeri. Elbette o umudu zayıflatmadan, ama umudun gözünün kör olmaması için.
Toplum gerçekleri görmüyor mu?
İktidarın devamlılığı bahsinde toplumda yolsuzluklara karşı duyarsızlık olduğu kanısı yaygın. “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” cümlesinin iktidara oy veren seçmenin algı dünyasını tanımladığı gerçekten doğru mu? Yoksa bu cümleyi şöyle mi anlamak gerek: “Daha öncekiler de çalıyorlardı, ama onlar çalışmıyorlardı.” Muhalefetin faturayı AKP seçmenine çıkarmasının formülü haline gelen bu cümle hakkaniyetli değil.
Bunu anlamak için sözgelimi yolsuzluklar konusunda seçmen davranışını gösteren anketlere bakılabilir. AKP seçmeni dahil, toplumun çoğunluğunun olayların gayet farkında olduğu ve bundan hiç de hazzetmediği anlaşılıyor. Benzeri bir durum 2010’lardan bu yana Arap coğrafyasında ortaya çıkan gelişmelerden sonra AKP’nin dış siyasetinde Esad’ı devirmeyi, eski Osmanlı toprağının bir bölümünü nüfuz alanı içine almayı içeren projesinde aynı seçmen kitlesi bu politikaya da mesafeli durdu. Suriye topraklarında 2017’den sonra gerçekleştirilen askeri harekâtlara büyük halk desteği o politikaya destek değildi. Tam tersine onun arkasında Kürt meselesinde toplumun kadim bölünme korkusu yatıyordu. Bu harekâtlarla ilgili meclis tezkeresine HDP dışındaki muhalefetin de evet oyu verdiğini hatırlayalım..
Tek adam döneminin getirdiği
Adım adım inşa edilen ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında iyice tahkim edilen, 2017 referandumuyla da resmileştirilen tek adam yönetiminin önü, Erdoğan’ın 2018’de halk oyuyla cumhurbaşkanı seçilmesiyle açıldı. Erdoğan’ın kararlar silsilesinin bizi bugün nereye getirdiğinin toplumca farkındayız. Sadece muhalefet değil, AKP’ye ve MHP’ye oy verenlerin de önemli bölümü farkında. Güncel anketlere de belirgin biçimde yansıdığı üzere iktidarın tercihleri, alabileceği oy oranlarının çok gerisinde destek buluyor: Ekonominin durumu, seccade ayrıştırması, soğan-TOGG gibi kıyaslamalar açısından iktidarın eli gayet zayıf.
Herkesin teninde hissettiği pahalılığın da, birileri hızla zenginleşirken geniş kesimleri açlık sınırının altında yaşamaya iten ekonomik çöküntünün de herkes farkında. İktidarı eleştirirken sıklıkla anılan “Beşli Çete”ye verilen imtiyazlar, özellikle sosyal medya üzerinden çeşitli kanallardan paylaşılan vahim yolsuzluk iddiaları da toplumun bilgisi dahilinde. Bütün bunlara rağmen iktidarın hâlâ yarıştan düşmemiş olması şaşırtıcı geliyor.
Gerçeklere ne kadar erişir durumdayız?
Seçmene şaşırmadan önce şu soruyu sormak gerektiğini düşünüyorum: İçinde bulunduğumuz ekonomik çöküntüye açıklama getirecek bilgilerin toplumun dikkatine, gündemine ve algısına gerçek boyutlarıyla ve tüm çıplaklığıyla yansıdığını söyleyebilir miyiz?
Ekonomik göstergelere ve analizlere dayalı bir değerlendirme ekonomistlerin işi, zaten yapıyorlar da; ama ekonomik işleyişin ötesine geçen bir boyutun altını çizmek gerek. Erdoğan’ın tek adam iktidarında kaynakların yönlendirilme pratiği ekonominin kötü yönetimiyle açıklanabilecek bir şey değil sadece. Zira bütün bir ekonomi rayından çıkarılmış durumda ve muazzam kaynaklar, ayrıntısını bilmediğimiz yollarla bir yerlere kanalize ediliyor. Bu işleyişi ifade etmek için “nemalanma”, “yolsuzluk”, “vurgun”, “talan” tabirleri yetersiz kalıyor. Ne oluyor sorusuna karşılık benim aklıma gelen sıfat “paralel bir ekonomi”nin inşa edildiği. Ekonominin içine yerleştirilen sistematik transfer kanallarıyla başka bir havzaya sürekli kamu kaynağı aktarılması, orada göllenmesi gibi bir mecaz geliyor gözümün önüne.
Bu yönde parça parça pek çok bilgi ve veri şurada burada karşımıza çıksa bile, bunun sağlam ve bütüncül bilgileri toplumun önüne koyulmuş değil. O nedenle de “paralel ekonomi” yaratıldığı cümlesini bir iddia olarak dillendirmek zorlaşıyor. Ama işte tam da bunu sormamız gerek. Son birkaç yıldır baş döndürücü hale gelen ekonomik çöküşün arkasında böyle bir işleyiş olduğu anlatılabilse seçmen tercihlerinde siyasi tablo ne olurdu? O durumda bu seçmen kitlesi de “yolsuzlukların her yönetimde olduğu” kabulüyle hareket etmeyip buradaki olayın renginin çok farklı olduğunun farkına varacaktır. Ülkenin geleceği ve kendi mutluluğu için bu iktidarın değişmesi gerektiğini görebilir. Peki buradaki gerçeği kim saptayıp ortaya koyabilirdi, koymalıydı?
İfşaat fedaileri
Bunu yapacak olan, videolarıyla yepyeni bir fenomene dönüşen ve izlenme rekorları kıran bir Sedat Peker midir ya da birkaç haftadır yayınlara başlayan ve yine ciddi ölçüde dikkatleri üzerine çeken bir Muhammed Yakut mudur?
Toplumun geneli için şaşırtıcı ve yeni bilgiler içeren Sedat Peker’in açıklamalarına biraz yakından bakabiliriz burada. Bu bilgiler, devlet gücünü kullananların veya ondan yararlananların ne kadar derin kirlenme içinde olduğu, büyük boyutlarda vurgunlar yapıldığı iddialarını içeriyordu ve toplumun büyük kısmı bu bilgilerin doğru olduğu kanaatine vardı. On milyonlarca kez izlenme rakamlarına ulaşan bu videolar ilk haftalarda ve aylarda kamuoyunun gündemini belirler hale geldi ve dizi filmi gibi takipçi kitlesi oluştu. Peker’in bizzat mafya kimliğiyle biliniyor olması ve devletle, son yıllarda da AKP iktidarıyla iş tutuyor olması bu açıklamalara toplumun büyük ilgi göstermesi için yeterli sebepti.
Ama bunun ötesine geçen bir etki ortay çıktı. Peker’in anlatım kurgusu, kullandığı jargon ve bireysel beden dili, siyasi meseleleri konuşma tarzı bakımından bir yenilikti. Muhalif çevreler birdenbire kendi duygularına tercüman olan, üstelik bunu teatral biçimde herkesi etkileyecek bir üslupla ortaya koyan birinin ortaya çıkmasıyla bir haz yükselmesi yaşadı. Sözlü dilin güzelliklerinden olan kelime ezgisinin abartılı bir örneği olan “Sülüü!” nidası arkadaş sohbetlerinin yeni seslenişlerinden oldu. Hatta muhalif siyasetçiler arasından, Peker dilinden mülhem olduğu anlaşılan "Suç örgütlerinin albümünü süsleyen Fotoroman Süleyman" gibi cümleler kuranlar çıktı.
Peker, dilsel bir güreş tutuşma olan mafya ve sokak kavgası dilindeki maharetini göstermişti. Buradaki dil ile barış akademisyenlerinin “kanında duş almak” sözü aynı türden yaratıcılıklar (!) içeriyordu, ama dilin oku bu sefer iktidar çevrelerine yönelmişti, yani bu dil güreşçisi artık müttefikti. Bu ilgi sağanağında Peker’in geçmişi de kolayca geri plana atıldı. Yılmaz Özdil, Peker sempatisinin bir uç örneğini vererek Peker’in güvenilirliğini, öteden beri insan evladı olmaklığını dile getiren çıkışlar yaptı. Peker de bu övgüleri karşılıksız bırakmadı, videolarında sergilediği masa üstü kitaplar arasında Özdil’in bir kitabı da yerini aldı. Zaten diğer videolarında da yansıttığı üzere muhalif kamuoyunun desteğini almayı, kendisine güvenilmesini bekliyordu.
Sedat Peker’in siyasi çıkışları
Video içerikleri daha da ileri gitti ve Peker asıl muhataplarının 40 yaş altındakiler olduğunu ilan ederek bu yayınların siyaset arenasında bir değişimin tetikleyicisi olması istediğini gösterdi. Açtığı başlıklar da giderek daha kapsayıcılaştı. Sadece mafyatik ilişkilerin eseri olan işleri değil, ülke siyasetinin bazı bileşenlerini de masasına getirdi. Bunların içinde en çarpıcısı 90’lı yıllarda zor konuların üzerine giden onurlu Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı’nın öldürülerek susturulmasıyla ilgili olandı. Oysa bu konuda devlet pratiklerini sorgulamayı sağlayacak yeterli ipucu Susurluk Raporu’nda da yer alıyordu. Bu konuları bugün konuşurken o raporun mahiyetini bugün hatırlamakta yarar var.
İfşaların yapılması kendi başına bir sonuç vermiyor. Videolardaki vahim iddiaların gerçekliğinin en açık göstergesi, iktidarın suskunluğu ve hiçbir savcının soruşturma açmamasıydı. Elbette mafya kaynaklı ifşaları peşinen doğru kabul etmekten, ifşaatı yapanlarla aynı yerde hizalanmaktan uzak durmak gerekiyordu. Ama bu doğru tutum, iddiaların araştırılmasını talep etmeye engel değildi. Muhalif siyasi çevreler de, toplumsal muhalefet de bunun için güçlü bir baskı yapmadı. Tüm etkisiyle birlikte “Peker Videoları” dizi film tadında kaldı.
Peker’in bu videoları niçin yayınladığı, bildiği ve dahil olduğu her şeyi, yalnızca gerçeğin bilinmesi ve siyasetin arınması uğruna açıklamaya hazır olup olmadığı sorusu ise ortada duruyor. Açıklamalarında, 90’lı yılların “efsane” özel harekatçı komutanı Korkut Eken’in ismini de açık etmiş olması, AKP döneminin öncesine de uzanma sinyalini vermiş ve siyasette örtülü güçlerle toptan bir mücadeleye mi yöneldi sorusunu akla getirdi. Ama buna bakarak eski/yeni derin devlet unsurlarını genel olarak hedefine koyduğu sonucunu çıkarmak acelecilik olur. Mehmet Ağar’a veya Korkut Eken’e ters düşen Peker’in, yakın geçmişimizde derin devlet pratiğinin başka önemli isimler hakkında, sözgelimi Veli Küçük hakkında ne düşündüğünü bilmiyoruz. Bu bahiste düşünürken, Hrant Dink’in katli dahil, yakın geçmişimizdeki pek çok olayın merkezide adı geçen Veli Küçük’ün, Peker’in 2002 yılında kurduğu web sitesinin şaşaalı lansman toplantısında öne çıkan simalardan olduğunu hatırlamakla da yükümlüyüz.
“Derin devlet” soruları
Akla şu sorular geliyor: Peker dahil olmak üzere en azından bir bölümü son dönemlerde Erdoğan iktidarı yanında saf tutan eski derin devletçi unsurlar arasında yeni bir ayrışma mı yaşanıyor? Pozisyon değiştiren Peker başka bir grubun parçası, belki sosyal medyatik yüzü olarak mı devrede? Bu durumda eski derin devletin bazı isimleri ve grupları iktidar değişiminden yana mı pozisyon almış durumda ve güçlerini seçimin manipüle edilmesini ve çalınmasını engelleme yönünde kullanmaya mı istekliler? Peker’in şu açıklaması bu açıdan son derece manidar:
“Kıymetli dostlarım … eğer benim tecrübeme ve samimiyetime inanıyorsanız hiçbir şartla sokağa çıkmayın. Çok büyük bir oyun kurgulanıyor. Eğer siz sokağa çıkarsanız derin Mehmet ve adamları terör örgütlerinin içindeki elemanlarını olaya dahil edip ortalığı yangın yerine çevirecekler. Sadece cahil olanlar, gafil olanlar ve aptal olanlar düşmanlarının kurduğu oyunun bir parçası olurlar.”
İktidarın hamleleriyle “dijital izolasyon”a tabi tutulan Peker’in devam videoları, seçimin kaderine de etki edeceği umularak şu günlerde de merakla bekleniyor. Videoların geleceği şüpheli, ama Peker’in avukatının birkaç hafta önce yaptığı bir açıklama Peker’in seçim manipülasyonuyla ilgili çıkışının pek de öylesine söylenmiş bir cümle olmadığını gösterdi. Açıklamalarını, hukuki sorumluluk altına girmeyecek biçimde yapma konusunda son derece dikkatli olan avukat şu cümleyi zikretti:
"Seçime kadar bizi sokağa davet eden herkese direnmeliyiz. Seçim gecesi de bizi eve sokmak isteyen herkese karşı direnmeliyiz"
Suskunluğu kırmak
Peker videoları veya benzeri paylaşım yapanların ifşaları olmasa gerçeği öğrenme şansımız yok mu? Paralel ekonomi oluşturma düzeyinde bir çarkın döndüğü varsayımı yanlış değilse bunu geniş ağlara sahip köklü muhalif partilerin, deneyimli gazetecilerin ve bürokratların bilmeme ihtimali herhalde yoktur. Buradaki suskunluğu açıklayacak olan nedir? Belli dengeleri gözetmek, risk almaktan çekinmek, etkili olamayıp ters tepmesinden korkmak mı? Yoksa “uygun zaman” mı bekleniyordu?
Geçen haftalarda Kılıçdaroğlu 418 milyar doları telaffuz ederek, ülke ekonomisini yıkıma uğratacak düzeyde bir ranta ilk kez dikkat çekti. Önce slogan olarak, giderek bilgi boyutlarıyla. Ekonomiden hukuksuz şekilde koparılıp önemli kısmının yurt dışına çıkarıldığı söylenen 418 milyar dolarlık bir meblağı tahayyül etmek pek mümkün değil. Ama ülkenin bir yıllık toplam ekonomik gücünün (devlet bütçesinin değil) yarısı kadarlık bir tutar bu. Bu tür bir bilgi yıllar ve aylar öncesinde neden gündeme getirilmedi? Hangi yollarla bu paraların ülke ekonomisinin dışına çıkarıldığı, hangi vahim suç ortaklıklarıyla ve devletin gücünün nerelerde nasıl kullanılarak bunların yapıldığı somut ve inandırıcı dayanaklarıyla bugün de ortaya koyulmuş değil. Seçime az bir zaman kala bunun gündeme getirilmesi çok geç değil mi, seçim kampanyalarının uğultusu içinde dağılıp gitmeyecek mi?
128 milyar dolar ve Man Adası
Bundan iki yıl önce gündeme getirilen “128 milyar dolar nerede” sorgulaması bundan farklı bir şeydi. İfadenin şekli yanlış anlaşılmaya müsaitti. Genelde bakıldığında devletin kaynaklarından 128 milyar dolarlık bir meblağ sanki birilerinin cebine girmiş gibi anlaşıldı. Oysa burada Merkez Bankası rezervlerinin eritilmesi söz konusuydu, yani doğrudan bir transfer değil, dövizin yükselmesini önlemek için ekonominin kötü yönetilmesi söz konusuydu. Nitekim iktidar medyası bu noktadan yola çıkarak muhalefete cevap verdi.
Benim izlediğim kadarıyla genel suskunluğun bir istisnası Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirdiği Man Adası olayı oldu ve Erdoğan’ın şikayeti üzerine ilk mahkemede Kılıçdaroğlu’na verilen tazminat mahkumiyetle sonuçlandı. İddianın içeriğini ve hukuki bakımdan delil yeterliliğini ayrıntılı olarak incelemiş değilim, çok kafa yorduğum şeyler de değil. Ama Kılıçdaroğlu’nun tazminata mahkum edildikten sonra bu konuda suskunlaşması dikkat çekici. CHP tarafı mahkeme kararını temyize götürmesine rağmen konuyu toplumsal gündemde işlemeye devam etmedi. Hatta Yargıtay’ın ilk mahkemenin kararını bozmasına rağmen konu siyasal zeminde gündemde tutulmadı, sadece hukuki ayrıntılar bağlamında şurada burada ele alındı.
Man Adası olayında telaffuz edilen transfer rakamları büyük resmin yanında önemsiz kalıyordu. Yüz milyarlarca dolarlık bir paralel ekonomi inşa edildiyse o olayda anılan 15 milyon dolar bir hiçti. Ama mahkeme konusu olan bu iddialar doğruysa söz konusu çarkların nasıl döndüğünü belgelemesi ve toplumun geneli için görünür kılması bakımından çok önemliydi. Elde yeterli delil var idiyse karar sonrası sessiz kalınması hüzün vericidir ve ciddi meselelerde siyasetin risk almamasının bedelini toplumca ödememiz anlamına geliyor.
İktidar seçmeninin sadakati nereye kadar?
İktidara oy veren seçmen dahil toplumun bu düzeyde bir manipülasyonun bilincinde olmadığını düşünüyorum. Bu konuda toplum bilgilendirilseydi ve ısrarlı gündem yaratılsaydı muhtemelen iktidara seçmen desteği de iyice gerileyecekti. Zira iktidar seçmeninin oy davranışını açıkladığı sanılan “çalıyorlar, ama çalışıyorlar” formülü geçerliliğini yitirecekti. O gündem yaratılamadığı için, karanlık köşelerden çıkacak ifşaat fedailerini bekliyor durumdayız. Mafya tarzıyla ve üslubuyla yapılan açıklamaların “estetik etkisine” ihtiyaç duyuluyor. İktidarın dilindeki derin devlet üslubuna karşı oralardan destek beklemek bir yanılgıdır. Siyasette yeri olmaması gereken örtülü güçlerin güç kazanması için fırsat doğurur. İktidar değişirken bazı vesayetçi güçlere yeniden alan açılmamasına karşı da dikkatli olmak gerekiyor.
Seçim yaklaştıkça iktidar dilinde beka sözünün baskın olması, korkulara oynayan bir retorikten ibaret değil. İnşa edilmiş bir çıkar cephesinin ve onun yüz milyarlarca dolarla ifade edilen özerk ekonomisin tehlike altında olması bakımından kendileri için bir beka sorunu gerçekten var. Bu seçimi de seçmen tercihine mazhar olup olmama değil, bir varlık yokluk meselesi olarak görmeleri kaçınılmaz. Bu koşullarda seçim sonuçlarını manipüle etmeye varacak bir hamleyi göze alıp hayata geçirebilirler mi?
Seçim manipülasyonlarına karşı güvence
Kurulan tek adam düzeni ilk bakışta bunun hiç zor olmayacağını düşündürebilir. Ancak bunun önünde iki asli engel var. Bunlardan ilki Türkiye demokrasisinde seçmenin kendi oyuna verdiği değer; ikincisi de ekonomik çevrelerin ve devlet bürokrasinin ana gövdesinin böyle bir tehdit karşısında iktidarın dümen suyuna girmesinin zor olması. Umulan odur ki iki etken, iktidarın ülkeyi kargaşaya sürükleyecek bir hamleye tevessül etmesinin peşinen önüne geçsin.
Ama bunun bir ön koşulu var: Oy verme işlemi sonuçlandıktan sonra toplumda sandık sonuçlarının güvenilir biçimde açıklanması ve toplumda bu sonuçlar hakkında net bir kanaat oluşması. Bu hayati bilgi Anadolu Ajansı’na ve YSK’nın resmi açıklamasına kalmadan ortaya çıkmış olmalı. Seçim gecesi toplumun demokratik baskısı ve alanlarda var gücüyle görünmesi, seçmenin dilediği partiye oy vermesi kadar önemli bir seçim pratiği olacak.
Hafıza desteği
Demokrasi geleneğimizde pek çok eksikler olduğu malum; halk iradesi kavramının da sandıkla sınırlı anlaşılması bir zayıflık. Ama işte sandığın kendisini çok önemseyen bir seçmen kitlesi var. “Oy namustur” deyişi Türkiye’de sandık ve seçim güvenliğinin asli güvencesidir (deyişin kendisindeki namus kavramına itirazımızı bir kenarda tutalım).
Seçmen (kolektif özne anlamında tekil ifadeyle seçmen) burada sert kaya olduğunu defalarca kanıtladı. Tek parti düzeninin sarsıldığı 1946 seçimlerinde “açık oy gizli sayım”ın acısını 1950 seçimlerinde çıkardı. 12 Eylülcülerin askeri mühendisliği altında gidilen, sandık başlarında silahlı askerlerin beklediği 1982 referandumunda yeni anayasaya %92 oranında evet oyu veren seçmen bir yıl sonraki seçimlerde askerlerin partisini üçüncü (ve sonuncu) parti yaptı. AKP’ye karşı kurulan hukuk darbesi niteliğinde Sabih Kanadoğlu’nun 367 yorumuna uyan Anayasa Mahkemesi kararının ardından gelen erken genel seçimlerde AKP’nin oyunu %12 artırması hafızalardadır. Aynı seçmen tepkisi, 2019 İstanbul yerel seçimlerinde kendini bu kez AKP iktidarına ve onun baskısı altında karar veren YSK’ya karşı gösterdi ve 13 binlik oy farkını yeterli görmeyenlere 800 bin oy farkıyla cevap verdi.
İktidar değişimi için umutlu olanlar da, iktidarlarının kirini beka demagojisiyle örtmeye çalışanlar da, bu seçmeni küçümsemezlerse iyi olur.