Suçlar ve Kabahatler
Film, Woody Allen’ın “Filmlerin, dünyayı daha iyi bir yer yapacağına inananan duygusal ve romantik bir kaybedenim ve buna inanmak evet belki çok çocukça ama buna çocukça diyen tüm sığ heriflerden tiksiniyorum” deme filmidir.
“Eğer filmlerim bir insanı daha perişan yapıyorsa, kendimi görevini yapmış sayarım“ diyen Woody Allen.
1989.
En iyi yönetmen, en iyi yardımcı erkek oyuncu, en iyi senaryo Oscar adaylıkları...
Woody Allen bir Bergman hayranı.
Bu filmi de en Bergmanesk filmlerinden biri.
Bergman’ın ayrılmaz ortağı, sinema tarihinin belki de gelmiş geçmiş en büyük görüntü yönetmeni Sven Nykvist’in varlığı da tabii bu durumu kolaylaştırıyor.
Mutsuz ve karamsar bir agnostik Allen.
Ölüm ve evrenin anlamsızlığı, bir miktar varoluşçuluk biraz da nihilizm sızmış durumda filme..
Tolstoy, Savaş ve Barış'ta şöyle yazmış : "İnsanın ulaşabileceği tek mutlak bilgi, hayatın anlamsız olduğudur."
Filmde bu temayı buluruz.
Ve elbette Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı....
Hem romandaki hem de filmdeki karakterler, akılcı bir şekilde planlanmış ve soğukkanlılıkla işlenen cinayetlerin ardından ızdıraplı ve tüketen bir suçluluk duygusu yaşarlar tam da Dostoyevski ‘de olduğu gibi.
Felsefeci Mikhail Bakhtin, Dostoyevski'nin eserlerinde bir karnavallaşma yaşandığını söyler : "Onun dünyasındaki her şey tam tersinin sınırında yaşıyor.”
Filmin kahramanları için de geçerlidir bu.
Sokrates, haksız yoldan elde edilen güç ve iktidarın boşluğunu,gerçek bir tatmin getirmeyeceğini öne sürer.
Başarıyı aldatma yoluyla elde eden adam, maddi ödüller ve iyi bir üne sahip olabilirken, bunlar yalnızca içsel bir uyumsuzluğu, bir ruh hastalığını maskelemeye hizmet eder.
Film Sokrates'in argümanının nefis bir örneğidir.
Kişi ,haksız yoldan elde ettiği başarıyı asla içselleştiremez, başkalarını kandırabilse bile, bunların hak edilmediğini bilir Sokrates’e göre.
İsmini İsa’ya ihanet eden Yahuda’dan alan “Judah” karakterinin bildiği gibi.
Ve elbette sinema , özelinde de Hollywood üzerine düşünen bir filmdir.
Woody Allen’ın kendisinin oynadığı ve aslında düpedüz kendisi olan karakter Cliff , hayattan kaçar.
Sinemaya kaçar.
Allen, Kahire'nin Mor Gülü'nde çok derinlemesine işlediği konuya geri döner.
Elbette kendisine dair bir saptamadır bu kaçış mevzusu.
“5 yaşımdan beri sihiri gerçeğe tercih ederim. Umarım film yapmaya ve onlara kaçıp saklanmaya devam edebilirim.“ demiştir bir röportajında.
Filmin önemli bir sahnesi kurgu odasında geçer.
Nihayetinde film , kurgu masasında yapılır.
Kubrick “kurgudan önceki her şey, kurguyu yapabilmem için bir malzemedir” der.
Cliff’in durduğu yerden bakıldığında sinema , Bazin'in dediği gibi, şeylerin özünü ortaya çıkaran bir araçtır.
Belgeselini çektiği ve nefret ettiği Lester karakterini tasvir eden görüntülerin hiçbiri fabrikasyon değildir.
Ancak Cliff , Eisenstein’ın entelektüel kurgusuyla Lester hakkındaki hakikati manipülasyon yaparak anlatır.
Cliff'in yaptığı seçimler, hiçbir görüntünün aracısız olmadığı ve aslında hiçbir yazarın görünmez olmadığı gerçeğini vurgular.
Bu nedenle Bazin'in yalnızca müdahaleci olmayan yönetmenlerin filme alınan nesnelerin ruhunu yakalayabileceğini öne sürdüğü yerde, Allen tüm görüntülerin inşa edilmiş olduğu argümanını ortaya koyar.
Cliff öfkelidir ve dünyayı filmleriyle değiştirmek ister.
Lester ise onun hayalci bir çocuk olduğunu söyler.
Film, Woody Allen’ın “Filmlerin, dünyayı daha iyi bir yer yapacağına inananan duygusal ve romantik bir kaybedenim ve buna inanmak evet belki çok çocukça ama buna çocukça diyen tüm sığ heriflerden tiksiniyorum” deme filmidir.
Yazıyı , yönetmen Joseph L. Mankiewicz’in harika sözü ile sonlandıralım :
“Filmlerin hayattan farkı şudur ki, hayatın tersine bir senaryonun anlamlı olması gerekir.”