Pazara kadar olmasın
Siyasi partiler kendilerine öyle bir yeni yol çizsin ki, örgütleri alanı, vekilleri parlamentoyu tutsun. Olmaz mı olur. Yeter ki gözler kapatılarak, yürekler de sıkıştırılarak oy verilen bu ittifak, tamam mezara kadar olsun demiyoruz, ama Pazar’a kadar da olmasın.
Bir sonraki günün, yani 28 Mayıs’ın ortak stresini atmak için günü geçirme yollarını arayan vatandaşlar, 27 Mayıs gecesi Cannes’dan gelen bir haberle yeniden ikiye bölündü. Sinema oyuncusu Merve Dizdar, Türk sinemasının Cannes Film Festivali tarihinde ilk kez En İyi Kadın Oyuncu ödülü almıştı. Gözler Cannes’ın gediklisi Nuri Bilge Ceylan’da iken Merve Dizdar’ı sahnede görmek herkes için onur verici oldu. Ama bu “herkes için” olan duygu, Dizdar ödül sonrası konuşmasını yaparken toplumun bir kesiminde hoşnutsuzluğa, öfkeye, hiddete hatta nefrete dönüştü. Dizdar nasıl olurdu da ülkesini şikayet ederdi. Oysa ortada bir ülke şikayeti değil ülkedeki kadının yaşam koşulları, kadının yaşam tarzına yönelik baskıcı söylemlere gönderme, ülkenin bir gerçeği olan kadına şiddet ve kadın cinayetleri vardı. Bunu anlamamak için kötü niyet gerekir. Bu net.
Bir sürü hadsiz eleştiri, tehdit, ihbar dolu yorum okuduk sosyal medyada. Üstelik bu yorumların bir kısmı AKP’nin üst düzey siyasetçilerine aitti. Gerçekten büyük ayıptı; linç etmeye kurulmuş bir trol ordusunun peşine takıldılar. Benim eleştiriyi aşan bu hadsizliğin içinde takıldığım bir tarz var. Bu tarz AKP’nin 20 yıllık iktidarında arzu ettiği vatandaş profilinin fotoğrafını çekiyor:
Özgürsün, paran var
“İstediğini üretiyorsun. Özgürsün paran var.” Yani “ülkenin geride kalanından sana ne”. Al ödülü gel, çık saraya, al bir hediye AKP başkanı ile eşinden. Bitti gitti. Ülkedeki kadınların yaşama tutunabilmesi için son dönem sıkı sıkı sarıldıkları İstanbul Sözleşmesi’nden bir kalemde çıkılmış; kadını erkekten aşağı gören iki partinin vekil adaylarının TBMM’ye girişi garantilenmiş; asla önlenemeyen ve failleri iktidar tarafından yürekten lanetlenmeyen kadın cinayetleri hızla artıyor ama sen yok say bunları. Niye çünkü Merve Dizdar özgür, parasını kazanıyor.
Yani parası ve özgürlüğü olanların başkalarının derdini dert etmemeleri gerekiyor. Ederlerse vay hallerine…
Kim mi bu insanlar?
Çoğunlukla hali vakti yerinde, ülkenin aydın kesiminin buluştuğu entelektüel sohbetleri dinleyerek büyümüş, iyi eğitim almış, dünyayı görmüş, haksızlıklara sessiz kalmamış, hatta bu uğurda çok bedel ödemiş, kimisi cezaevinde yatmış, ama yaşamını yeniden kurmuş ve özgür ve barış içinde bir ülke için mücadele vermekten vazgeçmemiş insanlar. Bu insanları iktidarın vatandaşına ettiği her cefaya karşı yapılan basın açıklamalarında, imza metinlerinde görmek mümkün. Kimi meslek odası yöneticisi, kimi dernek yöneticisi, kimi sendikacı, kimi öğretim üyesi, kimi gazeteci, kimi edebiyatçı, kimi sanatçı, yani toplumun pek çok kesiminden gelen ama duygusal olarak başkalarının derdini dert edinen bu insanlar ne yazık ki oldum olası iktidarların canını sıktıkları için hedef oldular. Ancak bu hedef olmanın dozu AKP iktidarı açısından - ve işin tuhafı 180 derece değişim göstererek- büyük bir hatır sayma ilişkisinden nefret ilişkisine dönüştü. AKP’li iktidarların çıraklık ve kalfalık yıllarında bu kesimlere gösterilen ilgi, ustalık ve post ustalık dönemlerinde hiddete dönüştü. Oysa onlarda değişen bir şey yoktu. Değişen iktidarın paradigmalarıydı.
Gezi’nin Onurlu İnsanları
Bugün onuncu yılını dün gibi andığımız Gezi Direnişinin 2 Haziran’ı. Kolluk parktan çekilmiş ve özgürlük, barış, insan hakları, çevre hakları adına bir araya gelen insanlar yalnızca İstanbul’un nefes aldığı bir parka değil, sürekli tecavüz edilen yaşam alanlarına da sahip çıkmaya çalışıyorlar. Nasıl mı ediliyor? Maden diye taş ocaklarıyla, kentsel dönüşüm diye mahalle sürgünleriyle, enerji diye köy boşaltmalarla…
İşte bu dertleri dert edinenlerden bazıları bugün Gezi Davası’nda akla zarar bir iddianame ile verilen ağır cezalarla cezaevinde tutsaklar. Bu insanlardan biri son seçimlerde Hatay’dan milletvekili seçilen, ancak yargı kararlarına rağmen tahliye edilmeyen Avukat Can Atalay. Yani kimsesizlerin kimsesi, Somalı madenci ailelerinin, Aladağ yurdunda yakılan kız çocuklarının ailelerinin, Çorlu’da trende yok edilen canların ailelerinin, Hendek’te hava fişek patlamasında kaybedilenlerin ailelerinin avukatlarından biri. Can güzel bir ülke için mücadele eden bir ailede doğdu. İsteseydi etliye sütlüye dokunmadan gayet güzel yaşardı. Ama o ve diğerleri, daha birçokları gibi mücadeleyi tercih ettiler. Bu durumun yaşamlarının en güzel zamanlarına mal olabileceğini göze alarak mücadele ettiler.
TBMM’de muhalefet
Şimdi bu ortadan ikiye yarılmış ülkede muhalefet siyasetine düşen bir görev var: Artık daha fazla iktidara benzemek yerine hak mücadelesini parlamentoya güçlü bir şekilde taşımak. Sonuçta bir seçim ittifakı yapılırken aynı zamanda güçlü bir parlamento için mücadele sözü de verildi. İktidar parlamentoda “her istediğini yapabileceği” sayıya ulaşamadı. Bu bir avantajdır. Evet muhalefet de az farkla da olsa azınlıkta; ama bundan sonra TBMM muhalefetine düşen görev, itibarsızlaştırılmak istenilen muhalefetin sesini parlamento zemininde daha güçlü duyurmak, devamsızlık etmemek, her türlü yasal düzenlemede kenetlenmektir. Muhtaç olduğunuz kudret seçmeninize olan sözünüzdedir.
TBMM’deki muhalefet bu görevini layıkıyla yapmalıdır ki, iktidar için etliye sütlüye karışmayan, suya sabuna dokunmayan makbul vatandaşın dışındaki toplumsal muhalefetin bu huzursuz, başkalarının derdini dert edinen kesimi mücadelesinde eksik kalmasın. Siyasi partiler kendilerine öyle bir yeni yol çizsin ki, örgütleri alanı, vekilleri parlamentoyu tutsun. Olmaz mı olur. Yeter ki gözler kapatılarak, yürekler de sıkıştırılarak oy verilen bu ittifak, tamam mezara kadar olsun demiyoruz, ama Pazar’a kadar da olmasın.