Yazmak; Sorumluluk mu, disiplin mi, heves mi?
Her yazıdan sonra e.postama gelen yorumlardan, bazen öven, bazen yeren, bazen yazacak ne kaldı diye soran iletilerden esinlenerek başlığı soru tümcesine...
Her yazıdan sonra e.postama gelen yorumlardan, bazen öven, bazen yeren, bazen yazacak ne kaldı diye soran iletilerden esinlenerek başlığı soru tümcesine çevirdim.
Gündem değişmediği için aynı şeyler tekrarlanıyorsa, yazıp çizmeye rağmen hiçbir şey düzelmiyorsa, bunları yazmak ve paylaşmak yazarın olduğu kadar okurun da içini daraltıyorsa, her iki taraf adına yapacak bir şey yok! Ya yazı sürdürülür, ya istemeyerek de olsa nokta konur, ya da o yazar okunmaz. Bu kadar kolay yani…
Şimdi bir an olup bitene bakarak, olası sonuçları düşünmeye çalışalım.
Ülkeyi ayakta tutan dengeleri, o dengeleri yerle bir edenleri, gizli açık pazarlıkları, israf ve adam kayırmada sınır tanımayanları, hesaplı kitaplı uyanıklıkları, afları, hesaplaşmaları, insan hakları ve düşünce özgürlüğünü dillerinden düşürmeyenleri, siyasi dinamiklerini hep tabana ve türbinlere göre ayarlayanları hatırlayalım.
Özellikle hassas olduğumuz konulardaki taleplerimizi yok sayanları, Suriye konusunu kaşımayı sürdürenleri, bu sorunun daha çok uzun yıllar başımızı ağrıtacağını unutmayalım.
Tarihi geçmişi ve birikimiyle, yüzölçümüyle, coğrafi yapısıyla, deneyimli ordusuyla, ulus bilinciyle, bölgesel nüfuzuyla dikkat çeken ülkemizin; zamanında ve dozunda adımlar atılsaydı nerelerde olabileceğini düşünelim.
Gerçek işsiz sayısı 8 milyona yaklaşmış, işsizlik oranı yüzde 22’yi bulmuş olan ülkemizde resmi olarak açıklanan 4 milyon 243 bin sayısının gerçeği yansıtmadığını bilelim.
İşsizlik demişken…
İşsizlik neden azalmıyor, eğitimli işsizlik neden artıyor, elinde diplomasıyla yere bakan gençler neden kaçıp gitmenin yollarını arıyor, evine aş, çocuklarının cebine harçlık koyamamanın acısıyla işsiz baba neden kendini yakıyor? Evinde tenceresi kaynamayan anne neden işsiz eşi ve diplomalı işsiz çocukları arasında denge kurmaya çalışıyor? Ben bu sorulara yanıt bulamıyorum!
İç acıtan gerçekler karşısında kara kara düşünürken; Cumhuriyet Gazetesi’nden Miyase İlknur’un haberine bakmanın tam da sırasıdır!
Habere göre TOEFL sınavından 40 puan alan güçlü ve torpilli adaylar ABD’ye gönderilmiş, gidenlere eğitim masraflarının dışında ayda 2 bin 500 dolar yaşam harcaması verilmiş. Sonra ne mi olmuş? Ülkemize bu kadar pahalıya mal olan bu kişiler, ABD’deki en sıradan okulları bile bitiremeden ülkeye dönünce en iyi işlere yerleştirilmişler. İnsan hayret bile edemiyor değil mi?
Sırada şaşırtıcı olmayan bir haber daha var!
Tartışmalı siyasi isimler CB özel kararıyla büyükelçi olarak atanıyorsa, İBB’den istifa edenler bakan yardımcısı ya da genel müdür olarak görevlendiriliyorsa, arkası olanın her dönem işi hazırsa bunun adını koymak ve buna bir yorum getirmek herkese eşit olması gereken yöneticilere düşer.
Hayret dahi edilemeyecek bir haber daha! KTÜ rektörü üniversiteyi samimi bir aile şirketi gibi yönetiyormuş! 3 kızı, 2 damadı, 1 yeğeni üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışıyormuş. Pardon KTÜ onların mı?
Akademik ihtiyaçları yok sayıp görmezden gelenlere, her ile bir üniversite açmayı marifet sayanlara, mezun sayısı arttıkça işsizliğin büyüdüğünü, katlanarak arttığını görmeyenlere, üniversite açmanın bina yapmak olmadığını bilmeyenlere, ben dedim oldu mantığıyla ancak bu kadar yol alınabileceğinin farkında olmayanlara duyurulur!
AKP’li Dağ, soyadının hakkını verircesine yüksek irtifalı bir açıklama yaparak şöyle demiş; “Bilimsel verilere dayanarak söylüyorum. Gelecek seçimlerde partimiz çok başarılı olacaktır. Tüm göstergeler bunu gösteriyor.” Bu bir itiraf mı, temenni mi? Bilemedim!
Bildiğim o ki; kim bilir kaçıncı kez ama bıkmadan usanmadan yazılması gerekenler vardır! Mesela; Kendi içlerinde bile ayrışmanın, ayrılmanın, çemkirmenin, bölünmenin, suçlamanın, mızmızlanmanın, bazen mırıldanarak, bazen yüksek sesle konuşmanın gelecek seçimlerde ki başarısı ne olacaktır?