Hüzün var suratlarımızda, duygularımız yaralı artık…
İşin neresinden tutulacağı bilinmediği için zor günlerde yazmak zordur. İyisi mi önce sözü Charles Darwin’e bırakıp zaman kazanalım! “Bilgisizliğin verdiği...
İşin neresinden tutulacağı bilinmediği için zor günlerde yazmak zordur. İyisi mi önce sözü Charles Darwin’e bırakıp zaman kazanalım! “Bilgisizliğin verdiği güveni, bilgi hiçbir zaman verememiştir.” Koca Darwin bu sözüyle yıllar öncesinden “cahil cesaretine mi?” gönderme yapıyor dersiniz?
Sözü buraya getirmişken Nietzsche’yi atlamak olmaz! “Depremin imtihan olduğu doğrudur. Ama din imtihanı değil, mühendislik imtihanıdır.” Alman filozof bu sözüyle; “Deprem kıyametin bir örneğidir, alıştırmasıdır” diyen DİB’e gönderme mi yapıyor acep?
Şimdi sözü İngiltere ve Almanya’dan alıp günlerden 30 Ekim 2020, saatlerden 14.51’e, depremin bu kez adresi olan İzmir Bayraklı’ya gelme zamanıdır…
AFAD’a göre 6.6, Kandilli ’ye göre 6.9, ABD’ye göre 7 büyüklüğündeki yürek yakan İzmir depreminde bir kez daha gördük ki hem neden, hem sonuç değişmiyor bizim topraklarda! Kaderle keder arasında gidip gelirken, romanlara, filmlere sığmayacak duygusal anlar yaşanırken, bazı görüntüler belleğimize mıh gibi çakılırken; “Uykumda bütün bir gece körfezdeyim (İzmir’deyim) artık” diyen Yahya Kemal bir kez daha haklı çıkıyor…
Bir yanda beton altında kalan canları kurtarmak için zamanla yarışılırken, diğer yanda olup biteni sormak, araştırmak, sorgulamak yerine kader kabul edip, dogmalara sığındık. Bir yanda “sessiz olun, sesleri duyamıyoruz” diye ekipler uyarılırken, diğer yanda “bakan geliyor, sessizlik!” uyarılarıyla sarsıldık…
Bir yanda kurulan can pazarında; çırpınan insanları, bekleyen yakınları, alkışla karşılanan kurtarılanları, Ayda ve Elif bebeklere dökülen gözyaşlarını, eşinden, dostundan, anasından, babasından, evladından, kedisinden, köpeğinden haber bekleyenleri görürken, diğer yanda taşıyıcı kolon kolon kesen market sahiplerini, bilimsel tezleri ve uzman görüşlerini önemsemeyenleri düşündük...
Bir yanda sevgi, umut, çaba, mücadele, endişe, korku, kaygı, bekleyiş, sabır, özveri, şefkat, gürültü, sessizlik, güven, elbirliği, dayanışma gibi insani duygular yaşarken, diğer yanda AFAD, AKUT, JAK, Arama Kurtarma, Somalı Madenciler, Sağlık çalışanları, polis, jandarma ekipleri, İzmir, Ankara, İstanbul, Adana, Mersin, Bursa, Antalya Büyükşehir ve ilçe belediyelerinin çöken kolonlar, yıkılan duvarlar, molozlar arasından uzattıkları el, tuttukları parmakla yarattıkları mucizelere tanıklık ettik…
Bir yanda 99 Marmara, 2011 Van, 2020 Elazığ ve İzmir depremlerinde yitirdiklerimizi düşünürken, diğer yanda 2020 yılında dünyada 7 büyüklüğünde 9 deprem sonucu ölenlerin sayısının sadece 11 olduğunu duyup dona kaldık…
Bir yanda 58 saat sonra İdil’in çıkarılmasıyla, 65 saat sonra Elif’in sımsıkı yakalayan parmağıyla, 91 saat sonra Ayda’nın gülümseyen yüzüyle sevinirken, diğer yanda imar affı çıkaranların, malzemeden çalanların, TBMM ‘de deprem için verilen araştırma önergelerini reddedenlerin ne düşündüğünü merak ettik…
Bir yanda bunca dert içinde boğuşurken, binlerce insanımızı salgına kurban verirken, ekonomik koşulları altında inim inim inlerken Tunceli’den Karabük’e koşup gelerek nefes olanların, hayat verenlerin müthiş insani çabası, dayanışma ruhuyla güçlendik…
Bir yanda çok ağır bedeller ödeyerek zorlu koşullarda ev sahibi olanların yıkılan hayatlarına ve hayallerine dalıp giderken, diğer yanda sorumlu makamlarda oturanların; halktan yana değil ranttan yana kararlar almalarının, çarpık kentleşmeye göz yummalarının, sık sık imar affı çıkarmalarının, toplanma alanlarına AVM, rezidans, gökdelen yapmanın, sıkıntılı zeminde binalar dikmenin neye mal olduğunu gördük…
Bir yanda depremin doğa olayı olduğunu kabul ederken, diğer yanda yaşananların siyasal tercihlerin ve seçim yatırımlarının sonucu olduğunu, 17 bina yıkılırken, 114 insanımız hayatını kaybederken, çocukların yetim ve öksüz, anne- babaların çocuksuz, evsiz barksız, anısız, varlıksız kalmalarının yaşam boyu yaratacağı travmayı düşündük…
Bir yanda bilimsel tezleri, uzman görüşleri hiçe sayanların, yetki alanlarını ve sorumluklarını sınırsız görenlerin, sosyal politikaları sürdürülebilir olmayanların neden oldukları yıkımı, diğer yanda merkezi hükümetin can maliyeti üzerinden yaptığı siyasi açıklamalara şahit olduk…
Bir yanda hayat karşımıza acı sürprizlerle çıkarken, ülke deprem bölgesine kitlenmişken, müzikli parti kongrelerinin ertelenmediğini, gözü beton ve çimentodan başka bir şey görmeyenlerin yürek ve akıl süzgecinden geçirilmeyen açıklamalarıyla, ders vermeye kalkıştıklarını gördük…
Bir yanda her afetten sonra Devlet- i Aliye’nin; “Yaraları sarmaya hazırız” şeklindeki sözlerini dinlerken, diğer yanda, doldurulan zemin, eksik malzeme, kötü mühendislik, ucuz yapı, denetimsiz inşaat sonucu enkaz altında kalanların sadece insanlar değil, hayaller, hayatlar, umutlar değil, sistemin de enkaz altında kaldığını gördük…
Sorular, sorular, sorular! Ranta, imara açılan yeşil alanlar, tarım alanları ve kentlerin bağrına hançer gibi saplanan gökdelenler! Yaptırım ve incelemeleri göz ardı etmeler! Bunu hem güç gösterisi hem tercih, hem seçim yatırımı saymalar! Denetimsizliği, rüşveti doğal görüp doğaya karşı gelmeler! İyi de!
Şimdi enkazın altında kalan ülkeye, yüreklere evlat ateşi düşüren düzene, tutunacak el, yaslanacak omuz, güvenecek el arayan insanların yüzüne nasıl bakılacak? Ya da deprem için toplanan 71 milyar lira vergi nereye gitti sorusu nasıl yanıtlanacak? Soruyu üzerime alıp düşünüyorum. Cevap vermeye hem tenezzül etmeyen hem de vakti olmayanlar, hele de; “keşke riskli binalarda oturmayı tercih etmeselerdi” diyen sorumlu mevkilerde oturanlar ne düşünür bilemem ama! Eski ve riskli binalarda oturmak hobi değil, alışkanlık değil, tercih hiç değil ekonomik gerçeklerin dayattığı zorunluluktur.
Eğer ülkemizin yasaları arazi kullanımına izin vermeseydi, yapılar sık sık denetlenseydi, kıyılar doldurulmasaydı, demir ve çimento kullanımı, zemin mekanik hesapları iyi yapılsaydı, depreme dayanıksız, hileye dayanıklı yasalarla sistem sürdürülmeseydi kâğıt gibi yıkılan evler, un ufak olmuş binalar, ardı ardına bunca acılar yaşanmazdı.
Gerçekler inatçı ve acıdır! Biz uyusak da, biz uyutulsak da fay uyumuyor. Bir kez daha gördük bunu, alttan vuruyor, haber veriyor, geliyorum diyor, uyarıyor. Fayın da bir sabrı ve bir sınırı var dedirtiyor. Kardeşin duymadığını eloğlu duyuyor ve fay uyumuyor, olan da o çürük binalarda yaşayan yurttaşa oluyor. Koca Avrupa’da 25 bin, Almanya’da 3 bin 500, bizde 453 bin her meslekten müteahhit buna ne diyor, ne düşünüyor, ne gibi önlemler planlıyor? Görünen köy…
Dünya genelinde ve Türkiye özelinde; yöneticilere, yönetimlere, yönetim biçimlerine bakınca çare ve çıkış mı? Uygarlığın, bilimin, özgür düşüncenin, çağdaşlığın peşini bırakmamak o kadar…
Özetle! Malzeme kötü, işçilik kötü, mühendislik kötü, denetim kötü, yüklenici kötü, her seçimde imar barışı, beton aşkı, rant aşkı, çimento sevdası, AVM aşkı, yanlış ve yanlı politikalar ve gelinen nokta! Yöneticilere çağrımız şu ki; imar kültürü acilen oluşturulmalı, uygulamaya ivedi olarak geçilmeli.
Not 1: “Hüzün var suratlarımızda/ Selamlarımız ürkek/ Sorular ürpertici/ Bakışlarımız ıslak” diyordu Bekir Coşkun…
Not 2: Suratlarımız hüzünlü, bakışlarımız ürkek, sorularımız çokken bu uzun yazının sonunda Elif ve Ayda bebek sözüm sizedir! Görecek günler var daha dedirttiniz ya! Aşk olsun çocuklar size aşk olsun!