Kadın olmanın dayanılmaz ağırlığı

Kadın dizisinin üçüncü bölümünde bu kez gurbetle huzurlarınızdayım… Londra’ya yerleşen Aysel: “Bu ülkeye ait olmadığım hissini her an yaşıyorum. Ofiste...

Kadın dizisinin üçüncü bölümünde bu kez gurbetle huzurlarınızdayım…

Londra’ya yerleşen Aysel: “Bu ülkeye ait olmadığım hissini her an yaşıyorum. Ofiste konuşunca bana gülüyorlar! Düşünüyorum dil bilmek ayrı kültürünü bilmek çok ayrı” diyor…

Çin’de yaşayan Ceyda: “Vatan evlerin toplamından fazlasıdır, millet insan kalabalığından başka bir şeydir. Bir yemekten çok bir sofranın hasretini yaşıyorum” diye içini çekiyor…

Lübnan’a gelin giden Seçkin: “Evlenip geldiğim bu yerde yaşam derslerinin en önemlilerinden birinin dil ve iletişim olduğunu anladım. Ülkemde iken yemediklerim durup durup aklıma düştü. Anladım ki bir işten aldığın zevk, o işten kazandığın paradan çoksa mutlusun. Şimdi hem alışmaya çalışıyor, hem evliliğimi ayakta tutmak için uğraşıyor, hem de çok etkilendiğim ve yaşamıma sokmaya çalıştığım müzik aletini çalmaya zaman ayırıyorum” diyerek hedefini açıklıyor…

Yere bakarak konuşan Suriyeli kadın: “Biz çok mu isterdik bu sefil hayatı sürmeyi. Şam’dan geldim ve şunu gördüm ki, biz kadınlar gittiğimiz her yerde rehine ve köle sayılırız. İş yok, aş yok, umut yok açlık var, soğuk var. Biz size yönetiminizin ve Ahmet Davutoğlu’nun hediyesiyiz. Bize kızmayın onların yanlış politikalarına kızın!” derken bize verdikleri kalıcı rahatsızlığa, neden oldukları maddi ve manevi yüke kendince yanıt arayıp, yorum yapıyor…

ABD’deki arkadaşım Bahar: “Bakma buralarda yaşadığımıza gözümüz de kulağımız da ülkemizde her zaman. Her seçimde heyecan içinde kalıyoruz. Şimdi siz bize tuzu kuru dersiniz ama unutmayın ülkeden ayrılmaya karar vermek ne kadar zorsa, gelinen yerde yaşama başlamak ve alışmak da o kadar, hatta daha zordur. Geldiğiniz yerin kendine özgü yazılı ve yazısız kuralları ve koşulları vardır. Dilini de bilseniz, işinizde yetkin de olsanız sudan çıkmış balığa dönüyorsunuz!” şeklinde konuşarak gerçeklere parmak basıyor…

Bu örneklerden sonra söz sırası yine size ve size düşen görevlere geliyor! Nedir o görevler derseniz?

Erkek egemen bir toplumda el tutan, arka çıkan hemcinslerinizi, bunca sorunla, bunca dertle, bir sürü meseleyle uğraşan kadınları, emeği görülmeyen, hep bir erkeğin kızı, bir erkeğin eşi, bir erkeğin annesi olarak tanıtılanları her fırsatta anlatmak…

Derdini anlatırken cesur olanların, risk alanların, kalıpları kıranların, umuda, değişime, ileriye açık olanların kazanacağına inanmak! Yaşadığı karanlığı cesaretle anlatan, alışılagelmiş kalıpları kıran, dinamik ve cesur duruşlarıyla şaşırtan, sarsan, ilham veren, var olma çabalarını ve yaşadıkları çatışmaları yüksünmeden dile getirenlere kulak asmak…

“Keşke, acaba, ya olursa, ya duyulursa, ya olmazsa, asla” gibi sözcükleri sık kullanmayan, hatta hiç kullanmayanları öne çıkarıp, motive etmek…

Herhangi bir okul bitirmeyen kadın sayısının 7 milyonu, ilkokul mezunu kadın sayımızın 9 milyonu bulduğunu sık sık hatırlatıp sorun çok derinlerdedir diyerek, hem soru, hem öneri de bulunmak! Soru olarak; “Nedir toplumun kadınlarla derdi?” deyip, öneri olarak; “İşi bize bırakın artık, kendi gücümüzle biz çözeriz” diyerek meydan okumak…

Bir yanda yasaların erkek egemen, kuralların erkeğe göre şekillendiği bir dünya varken! Bir yanda en yoksul, en az fırsat tanınan, en az şans tanınan kadınların çok olduğu bir ülkemiz varken! Bir yanda piramidin en altında yaşaması istenen kadınlara hak tanımayan ve taban bulan bir görüş hâkimken! Olup biteni görmezden gelmemek…

Bir yanda gözlerini kapayarak yaşamak isteyenler, diğer yanda gözlerini dört açarak yaşayanlar varken! Diğer yanda erkeğin hükmen birinci, kadının öteki olarak görüldüğü yaygın anlayış taban bulurken! Gözlerini kapatmak istemeyen, bilim yaparak, sanat yaparak, kitap yazarak, doğaya, siyasete kafa yorarak, felsefe yaparak, el tutarak, arka çıkarak, her şeyi sorgulayarak rahatları kaçıran kadınların varlığıyla gururlanmak…

Kadınlığın sadece analık, ev işleri, yemek yapmak, temizlik olarak anlaşıldığı ve anlatıldığı günümüzde; “ya dayatılanlara boyun eğeceğiz, ya da korkuları aşıp, ayağa kalkacağız ve “ben varım!” diyeceğiz” şeklinde kararlar almak ve alanları alkışlamak…

Toplumsal ve ailevi ilişkilerde doğru zamanda doğru sözcükleri kullanmak, iletişimin sihirli noktalarını bulmak, anahtar sözcükleri seçmek, “günaydın, nasılsınız, bu size çok yakışmış” vb. gibi doğru iletişimi temel alan deyimlerle gerektiğinde ortamı yumuşatmak, dikkatli dinlemek, yerinde konuşmak, bilgiyle etkilemek ve bu işin inceliklerini ve yollarını iyi bilmek…

Kurtuluş savaşında kağnıya kendisini koşan, yediğimiz her yemekte alın teri emeği olan, yoktan var eden, hastanede, fabrikada, tarlada, pazarda, evde çalışan, örgü ören, dikiş diken, nakış yapan, semt pazarlarında lif yapıp satan kadınların varlığını ve çabasını sık sık dillendirmek…

Kopkoyu bir çemberin tam ortasında, karanlık bir bulutun ülkenin üstüne çöktüğü bir ortamda koca dayağıyla cebelleşen, “in” gibi evlerde yaşayan, aşsız mutfakla yüzleşen, işsiz çocuklarına yol bulmaya çalışan, düşünmekle, inanmak arasında gidip gelen kadınları nasıl teselli edebiliriz sorusuna yanıt değil çözüm aramak…

Karşımızda her zaman sütten çıkmış ak kaşık gibi; “Onu kastetmiyorum, ondan söz etmiyorum, onu hatırlamıyorum, o da değil” gibi lafı dolandıran, hep haklı olduğunu sanan erkek egemen bakışı unutmamak! Hele de biz kadınların inatçı ve yorulmaz bir yanımız olduğunu, zaman zaman yerle yeksan olsak da o yerde yatıya kalmadığımızı, tutup kolumuzdan kaldıran olmasa da kendi kendimize yerden kalktığımızı hep hatırlamak…

Bu konuda zayıf notlar almışlığımız olsa da; bazı şeyleri çocuklarımıza alamamaktan ötürü huzurumuz kaçsa da, yer yer onların hatırı için susmak zorunda kalsak da, özel günlerin eşlerimiz tarafından unutulması, çok beğendiğimiz bir giysiye sahip olamamak gibi bazı önemsiz şeyler içimize dert olsa da! “Bu da gelir bu da geçer!” deyip kulak asmamak…

Tabii ki zaman geçtikçe bu iç çekişler, bazen resimlerdeki ürkek bakışlarımıza yansısa da, bazen tepkisel davranışlar da bulunsak da; “Bugün posta günü canım sıkılır. Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır” ya da; “Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım” dizelerinde teselli aramak…

Hele de ülkenin kadınlar adına gerçek gündemi; “adaletsizlik, hukuksuzluk, vicdansızlık, acımasızlık” olarak sıralanıyorsa; Biz ayağımızı yere sıkı basarsak, “önce bahar gelir ardından yaz!” gerçeğini hiç unutmamak…