Çıkmazlar ve çıkışlar…
Bugün muhteşem bir yazı kaleme alacaktım, öyle böyle değil…
Siyasi dilin gerginliğinden uzaklaşmanın, salgın hastalığın belirsizliğinden kaçışın tek yolu sanatın kanatlarına sığınmaktır diyecek, bağırmayı adet ve alışkanlık haline getirenleri duymamanın tek yolunun müzik olduğunu hatırlatacaktım…
Yetinmeyip, sanata bakışımızın, eğitim karnemizin, ekonomik verilerimizin inandırıcı olup olmadığını masaya yatıracaktım. Hayal kırıklığı, depresyon, tükenmişlik, hayatımıza son verme isteğinin işin uzmanlarına göre tavan yaptığının altını çizip, hayat kurtaracak doktorlar bile intiharı seçiyorsa söz bitmiştir diyecektim…
Bu yazımın; Genelde teşekkür içeren, özür dileyen, özelde dilek ve temenniye yer veren bir yazı olduğunu söyleyecektim. Özür bölümü için kimden derseniz elbette ki yarınlarımızdan ve çocuklarımızdan diyecektim...
81 ile dağılmış 207 üniversitesi olan ülkemizde özellikle de tabela üniversiteleri, profesör olmayan üniversiteleri görünce genç nüfusun geleceği adına duyulan kaygıyı belirtecektim…
Şahlanışlara doyamayan, her alanda ve durmadan şaha kalkan, aşılamadan ekonomiye destan yazan ülkemiz için iç karartıcı yazı yazmanın ne anlamı var diyerek yazıp çizenleri eleştirecektim…
Yurttaşın karnı tok, cebi dolu, huzuru yerinde, haciz korkusu yokken, borcu olanlar borçlarını zamanı gelmeden ödüyorken, ödemelerin peşin ve garantili olduğu köprüler para yutarken, hava limanlarında doluluktan geçilmiyorken! Her gün yazıp konuşmanın ne anlamı var diye soracaktım…
Susarak, gözlerini yumarak, duymayarak, korkuyla, tedirginlikle, yılgınlıkla yaşamaya yaşamak mı denir diye soranlara, sesini yükselten sözünü sakınmayan, gözü pek, sesi gür olanların başına gelenleri görmüyor musunuz? Siz şimdi kalkıp gözdağı çıtasını yükseltmek mi istiyorsunuz diye hatırlatacaktım…
Tekrar ediyor olsam da ‘değer’ diyerek kimsenin kimseyi tanımaya zahmet etmediği günümüzde; sohbetini unutamadığınız, zihne takılı kalan cümlelerini ezber ettiğimiz duyarlı ve değerli yöneticilere duyulan özlemi dile getirecektim…
Kendi kabahatlerimizi, kendi yanlışlarımızı kabul etmemek için suçu hep başkalarına atmanın moda olduğu günümüzde! Suçlunun hep başkası olduğunu ispatlama çabasına girmenin yaygınlaştığı ülkemizde! Suriye krizinin 10 yıllık faturasını özetleyerek; 4 milyona yakın Suriyeliye 45 milyar dolar harcadığımızı, ülkemizde şu anda eğitime erişemeyen ve yarın neler yapacağı belirsiz olan 0-14 yaş arası 1 milyon Suriyeli çocuk olduğunu söyleyecektim…
Tüm denetim mekanizmaları kaldırıldığı için doğalgaz faturasının 2 kat, dağıtım bedelinin 3.4 kat arttığını gören yurttaşın soğukta oturmayı tercih ettiğini yazacaktım…
Salgına rağmen salonları tıka basa, kat be kat, lebalep, hınca hınç doldurmakla övünenleri kutlayarak, kapanan dükkân yok diyenleri, olup bitenden rahatsızlık duymayanları, çalışmayan istifa kurumu ve ağır hakaret diline rağmen gördükleri ilgi nedeniyle tebrik edecektim…
Gittikçe dozunu artıran şiddetin, gözetilmeyen hakların, çiğnenen insanlık onurunun, körüklenen eril dilin daha nelere yol açacağını soracaktım…
Yönetimin pandemik hassasiyetinin sadece 65 yaş üstü ve esnaf için geçerli olduğunu gördükçe! İşsiz gençlerin insanlığa fırlattıkları acı bir çığlıkla “boğuluyorum!” diye yazdıkları mektupları okudukça! Hayallerini bırakıp yaşama veda edenlerin sayısı arttıkça ne yapmalı diye soracaktım…
Sağlık Bakanı; “858 uzman doktor, 1410 doktor olmak özere toplam 2 bin 412 hekim, 1121 hemşireyle birlikte 6 ayda 5 bine yakın sağlıkçı istifa etti” açıklamasını duyunca bu zorlu koşullarda eyvah diyecektim…
Nefes almak ve pozitif ayrımcılık adına kadın liderlerin başarılarına değinecek; Doğayı, çocukları, göçmenleri, dürüst yaşamı, sosyal adaleti, bireysel hak ve özgürlükleri savunan, ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün demokrasilerde olmazsa olmaz olduğunu kanıtlayan, Yeni Zelanda, Almanya, Tayvan, İzlanda, Danimarka’da örnek liderlik sergileyen kadın liderlerin başarılarını alkışlayacaktım…
İki üniversite bitirmiş gençlerin şoförlük yaptığı ülkemizde, gençlerin yüzde 76’sının yurtdışında yaşamak istediğine şaşırmadığımızı, yoksulların ve işsizlerin bitmeyen çilesini, yeşil fasulyenin kendini nimetten sayarcasına kilosunun 40 liraya dayandığını görünce sözü nasıl bağlamalı diye soracaktım…
Aydınlık yolları döşeyen, çatıyı ören, kendine ve ülkesinin kurucusuna güvenen, yaratıcı ve üretken olan Cumhuriyetin altın kuşakları birer birer hayata veda ederken her vefat haberinden sonra dayanacak kolonların azaldığını söyleyecektim…
“En önemli fikri kendim üretirim. En önemli işleri şahsım yapar. Hata yapmak benim defterimde yazmaz. Kendim, şahsım, ben bu ülke için bir şansız!” diyenlerin varlığının millet adına yaşamsal önemine değinecektim…
CB’nın; İstanbul Sözleşmesi’nden vaz geçmeden önce “Ailenin direği annedir. Biz kadını gerçek anlamda haklarına, özgürlüklerine kavuşturduk!” şeklindeki sözlerini hatırlatacaktım…
Bir baktım (övünmek gibi olsun!) yeterince açık, anlaşılır, net, belirgin, sade, müthiş bir yazı kaleme alırken sayfam bitmiş, yazacaklarım bitmemiş…