Pandemi sürecinin yarattığı ruh halleri!
Başlık için çok düşündüm! Sürecin kalıntıları mı, takıntıları mı, sıkıntıları mı, izleri mi, tortusu mu, tahribatı mı demeliydim diye… Hepimiz lanet virüsün...
Başlık için çok düşündüm! Sürecin kalıntıları mı, takıntıları mı, sıkıntıları mı, izleri mi, tortusu mu, tahribatı mı demeliydim diye…
Hepimiz lanet virüsün ayak seslerini duyduğumuz günden beri yasakların yıkımlarını yaşıyoruz malum. Ortak duygu ve sıkıntılar içindeyiz kesin. Kaygı ve korkularla yüzleşirken vücudumuzun hızla yıprandığının, moral değerlerimizin yerle bir olduğunun ayırdındayız çok net. Bu arada da dışarda bir hayat olduğunu öyle unutup, öyle özlemişiz ki…
Hali pür melalimiz böyle iken söze neresinden ve nasıl başlanır ki! Önceleri bugün yarın biter derken, dev bir bilinmezin içinde şaka bir yana 1.5 yılı devirdik. Kimi işsiz kaldı, kimi sevdiklerini kaybetti, kimi evine kapandı, sosyalleşme tarihe karıştı, korku, endişe, depresyon tavan yapınca da ilaçlara sığınıldı, umutsuzluk kronikleşti. Aklımıza sık sık “Eski günleri hatırlar ağlarım!” içerikli Paul Verlaine şiirleri geldi…
Bir yanda ruhsal, bedensel, sosyal yıkımlarla, diğer yanda ekonomik çöküntülerle cebelleşirken en çok da yazık edilen, heba olan bir kuşak için kaygılandık…
Bir yanda tünelin ucunda hala görünmeyen ışığı beklerken, diğer yanda HES koduna uyarak hayatı eve sığdırmaya çalıştık. Bunu yaparken de televizyon karşısında saatler geçirip, kendimizi yemeğe, sosyal medyaya adadık, film izlemeye, dizilerdeki çatışmalara, dertlere, tasalara takılıp kaldık…
Doğru! Yer yer başımız döndü, bazen nefes alamadık, çarpıntılar arttı, tansiyon tavan yaptı, yaşamdan keyif alamadık, karamsar, içe kapanık, depresif olduk. Sürekli derin düşüncelere daldık, uykuya dalamadık, uykuda kalamadık. Dokunma, sarılma, buluşmalar bitince de yüzlerin asılmasının, sinirlerin gerilmesinin, öfke patlamalarının önüne geçemedik…
Sık sık korunaklı aile ortamlarını, dertsiz tasasız seyahatleri, dost muhabbetlerini, arkadaş buluşmalarını, sınıf toplantılarını özledik. Akrabalar- dostlar için kurulan sofraların keyfinin yerle bir olduğunu gördük. Yıllardır içimizde asılı kalan, elimizi kaşındıran konulara ilgi duyduk! Yetinmeyip çevrim içi kurslara kaydolduk…
Hal ve durum böyle iken siyasal irade en önemli konularda bile; “Bilmene gerek yok, sormana gerek yok, dert etmene gerek yok, bu kadarı sana yeter, icat çıkarma, her şeyi bana bırak, ben zaten bilirim” diyerek sık sık bizim iklimde yaşamanın belirlediği yönetimsel kalıplarla haddimizi bildirmeyi aksatmadı, ihmal etmedi…
Zorunlu açıklama: Söylemeden edemeyeceğim, yazmadan duramayacağım! Kesin bilgi ve belge esaslı bu yazımda ahkâm kesiyorum sanılmasın, hem yaşadıklarım, hem işittiklerimden yola çıkarak yazdım. Ayrıntılara girseydim, hane içlerinde yaşanılanlara dokunsaydım yazı dizisi olacağından korktum! Mideme kramplar girerek noktayı koyup susmadan önce konuyu Nietzsche’ye ve Japonlara havale ediyorum!
“Yaşamak için bir nedeni olan herkes, her sıkıntının üstesinden gelebilir. Yaşamak acı çekmektir. Hayatta kalmak ise, bu acıda bir anlam bulmaktır. Bizi öldürmeyen, güçlendirir” diyor Alman Filozof F. Nietzsche
“Küçük adımlar, birbiri ardına atıldığında büyük sonuçlar getirir” der Japonlar.
Ne dersiniz haksızlar mı? Eloğlu yalan mı söylüyor? Karamsar başladık, umutlu bitirelim istedim. Karar ve takdir bize kalmış…
Teşekkür notu: “Bugün Michigan’dayız!” başlıklı yazıma gelen övgülere, New York’ta öğretim üyesi olarak görev yapan, “Michigan’daki görüşmede tercümanlığınız benden” diye yazan Selin hocaya çok teşekkürler…