Bu yazının konukları okurlar ve öğrenciler…
Bugün köşemi ironisiyle, eleştirisiyle, duygusal üslubuyla, beni fetheden bir yazıya ve ilginç bir soruyla beni köşeye sıkıştıran(!) öğrencilerime...
Bugün köşemi ironisiyle, eleştirisiyle, duygusal üslubuyla, beni fetheden bir yazıya ve ilginç bir soruyla beni köşeye sıkıştıran(!) öğrencilerime bırakıyorum…
Önce Aysel öğretmeni tanıyalım! Sivas’ta doğan, babasının memuriyeti nedeniyle Semirken’ten Patnos’a, Erzurum’dan Yerköy’e, Mersin’e farklı yerlerde ilk ve orta öğretimini sürdüren, Atatürk Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı’nı bitiren, Erzurum ve Samsun’da öğretmenlik yapan Aysel Köksal, “Siyah Beyaz Yol Hikâyeleri” adı altında anılarını topluyor. Şiirler yazıyor, anı ve makalelerini yerel basında yayınlıyor, STÖ’lerde etkin görevler üstleniyor, Samsun TSM korosuna devam ediyor, okuyor, araştırıyor, paylaşıyor…
Sözü kendisine bırakıyorum!
“Tüm anıları bir kepçe makinasının ağzına verip, yıkıntılar arasında kaybolup gitmek! Nasıl bir duygudur az çok bilirim. Acı, tatlı anılara bir mezar taşı bile olmayan toprak altına gömmek nasıl biri hüzündür, az çok bilirim. Evinden, eşyalardan ziyade kimi zaman cebindeki son kuruşunu verip aldığın, canın gibi sakındığın, bin bir bahaneyle kimseye vermek istemediğin kitapların gitmesi ne kadar iç yakar bunu anlamak zor değil…
Anılarımı gömdüğüm, terk etmek zorunda kaldığım acısı daha çok olan bir ev hikâyem var. Arsasını alıp temelini iki usta, ben ve eşimle ayağa kaldırdığımız üç katlı, devasa bir yazlık! Kazandığım son kuruşuma kadar toprağına gömdüğüm bir ev! Meyve ağaçlarının, çiçeklerinin, sebzelerinin, sabah terasa çıkınca bazen yüzüne gülen ama çoğu zaman hırçın dalgalarıyla beni selamlayan Karadeniz!
Huzursuzluğun tavan yaptığı bir ortam, tek bir özel eşyamı almadan çıktığım ev ve boşanma kararım. Aradan 16 yıl geçti. Her nisan, mayıs ayları hala benim hüzün aylarım. Zira çiçekleri budama, sebzeleri ekme, meyve ağaçlarını seyretme zamanı…
Olsun, hiçbir zaman yolumu ve yönümü o tarafa çevirip bakmadım, gururum yüreğime alıp o evin yoluna peşine düşmedim. Yeni yılda herkesin yeni anılar ve yeni kitaplar biriktirmesini dilerim.”
Sırada MSM var…
Derslerine girdiğim sınıfta öğrencilerimin isteğiyle öğrenci- öğretmen ilişkisini masaya yatırdık.
Onlara neler mi dedim? Özetlemeye çalışayım!
Öğretmen, öğrenci ilişkisi süreyle sınırlı olmayan, ucu sonsuzluğa açık bir ilişkidir. Örneğin hiç ummadığınız bir yerde, hiç beklemediğiniz bir anda, sokakta, sinemada, dolmuşta, hastane koridorunda, markette; “Hocam, ya da öğretmenim!” diye seslenerek yanınıza gelen eski bir öğrencinin ağzından çıkan o sözcük hep mücevher gibi ışıldar…
Kişisel olarak benim, kitlesel olarak kuşağımın vefa ve değerbilirlik özelliğinden kaynaklanan, bu yaşımız da bile onları gördüğümüzde ne yapacağımızı şaşırtan, yakışıklığı ve şıklığıyla rüzgârlar estiren hocalarımız oldu…
Bazen sınıfta bugün ne anlatacak değil, bugün ne giyecek diye merakla beklediğimiz hocalarımız oldu…
Özellikle üniversite yıllarımda hayal kurduran, rol model olan, ilham veren, yön çizen görüntüsü gözümden, sesi kulağımdan, sözleri yüreğimden hiç gitmeyen hocalarımız oldu…
Yüreğimdeki yerlerini yaşamım boyunca koruyan ve yaşadığım sürece koruyacak olan tüm öğretmenlerim aldığım yola, geldiğim yere, yazdığım her yazıya, konuştuğum her konuya emek vermiş, katkı sunmuşlardır, onları nasıl unuturum?
Onlar neler mi dediler? Özetlemeye çalışayım!
Atatürk Üniversitesi Radyo Televizyon Sinema mezunu olan Hamza Sural dedi ki; “Hocam! Şöyle bir yargı var katılır mısınız? “Vasat öğretmen, anlatır. İyi öğretmen, açıklar. Usta öğretmen, gösterir. Büyük öğretmen, ilham verir. Farklı öğretmen, acaba gelecek ders ne anlatacak dedirtir!” Siz kendinizi nerede konumlandırıyorsunuz?
Durdum, düşündüm ve şöyle yanıtladım; “Bu sorunun cevabını sizler vereceksiniz!” Çünkü benim tüm öğretmenlerim yukarıda sıraladıklarımın sınırları içinde idi…
Y.N: Şimdi sırası mı bu konunun diyen olursa, yanıt veriyorum. Ülke toz duman içinde iken biraz vefa, biraz dostluk, az biraz gülümseme hepimize iyi gelecek. Ne dersiniz?