Unutulmayanlar…

Atatürk Üniversitesi’nde öğrenci iken her biri birbirinden kıymetli, her biri alanında uzman olan hocalarımdan aldığım eğitimle! Mesleğe başladıktan sonra...

Atatürk Üniversitesi’nde öğrenci iken her biri birbirinden kıymetli, her biri alanında uzman olan hocalarımdan aldığım eğitimle! Mesleğe başladıktan sonra çalıştığım farklı kurumlarda deneyimli ve liyakat sahibi yöneticilerimin kazandırdığı bilgi ve deneyimle! İşini iyi yapan, her koşulda gayretle çalışan, kendini geliştirirken çevresine de faydası dokunan, enerjisi yüksek olan, ayağı yere basan, burnu Kaf dağında olmayan insanlar hep radarıma takılır. Ya da ben onları arar bulurum.

Disiplinli bir şekilde kitap okuma, sanatsal ve siyasal bilinci yükseltme, gözlem gücünü artırma ve tüm bunlara katkı sunacakları gözardı etmeme gibi olmazsa olmazları özünde barındıran kuşaktan biri olarak!

Yıllardır dinledikleri, duydukları, okudukları bir kulağından girip öteki kulağından çıkmayan, derinlere yerleşen, kitaplara, konuşmalara, makalelere giren, içine attıkları zamanla tohumlanan, yeşeren, ya da kabuk bağlayanlardan biri olarak!

Derdi bilen insanla dertleşmenin, halden anlayan insanla sohbet etmenin, onlarla zamanın su gibi aktığını unutmayan nesilden biri olarak!

Eğitimden sanata, ekonomiden sağlığa memleketin tüm dertlerini masaya yatıran, toplumsal önderlikte sınır tanımayan ülkenin aydınlanma meşalesine omuz veren aydınlardan aydınlanmanın ne anlama geldiğini öğrenmeye çalışanlardan biri olarak!

Yardımseverlik ve paylaşım duygusu için ayrı bir sayfa açılması gerektiğine inanan, hayatı hep okul olarak gören, erken büyüyüp erken göçen ve ardında bıraktığı boşluk çok büyük olan yazarlardan beslenenlerden biri olarak!

Unutamadıklarım var! Bugün ve bir süre (Cuma günleri) onları yazacağım…

Küba’nın efsane lideri Fidel Castro’nun Atatürk için dediği; “Ölümünden sonra bile ülkesini yöneten tek lider” sözünü unutamadım…

Örneğin entelektüel derinliğiyle, zarafetiyle, mütevazı kişiliğiyle iz bırakan hocalarımızı, onları şaşkın ve hayran gözlerle, ağzı kulaklarına varan yüz ifadesiyle dinlediğimiz yılları, çalıştığım kurumlardaki saygın yöneticileri hiç unutamadım…

Misal hocalarımızın “bazı kitapları okumak yetmez yiyip içmek, sindirip özümsemek gerekir” şeklindeki öğütlerini unutamadım…

Mesela vefa- cefa-sefa kavramlarının derin anlamını, yılar sonra karşılaştığım hocalarımın ve sınıf arkadaşlarımın haddimi ve hakkımı aşan övgülerinin benim için gerçek anlamda madalyalı bir ödül töreni olduğunu unutamadım…

Faraza insanımızın gerçek dertlerini, sevinçlerini sözcü gibi aktaran, kin tutmayan, sır tutan, geç yatıp erken kalkan, inat eden, murat eden, konuşurken keyfe keyif katan, sorunlara kafa yoran, emek veren geniş yürekli kişileri unutamadım…

Farz-ı misal herkes tarafından sevilen, kalabalık arkadaş ordusuna sahip olan, renkli dünyasına hepimizi, herkesi sığdıran, arkadaşlığıyla dostluğuyla, içtenliğiyle, vefasıyla hayatımıza anlam- sevinç- umut katan dostlarımı unutamadım…

Yine maddi imkânı olmayanlar için kahırlanan, dostluğun ne olduğunu bilen, arkadaşlığı iyi yaşayan, dostluğu iyi taşıyan, vefa duygusunun gerçek anlamda hakkını verenleri unutamadım…

For example (!)Ortadoğu’daki bitip tükenmez sorunlara bakınca! Suriye’nin, Tunus’un, Lübnan’ın, Irak’ın başına gelenleri görünce! Gazeteci- Yazar Hüsnü Mahalli’nin; “Coğrafya kader, Ortadoğu ise kederdir.” sözünü unutamadım…

Özellikle de! Ne coğrafya, ne yazgı, ne de sınır tanıyan, kaderi de kederi de ortak olan, büyük bir kararlılıkla, var güçleriyle çalışarak ayakta kalma mücadelesi veren kadınların yaşadıklarını ve anlattıklarını unutamadım…

Gelelim iç çektirenlere!

Gürcistanlı Katy’in; “Hayatım vedalarla geçti. Önce buralarda ekmek kazanmak için ülkeme, geçmişime, hatıralarıma, anneme, babama, oğluma, evime, toprağıma veda ettim. Daha sonra bensiz büyüyen torunlarıma, şimdi de burada kendimizi büyük bir aile gibi görüp birbirimize sarıldığımız ancak başka ülkelere giden dostlarıma veda ediyorum.” Şeklindeki sözlerini unutamadım…

Gürcistanlı Nani’nin: “Gurbete ekmek parası kazanmak için, geldim, sevdiklerinden uzaktayım, “Ben yoruldum hayat, gelme üstüme” adlı şarkıyı her gün kaç kez dinlediğimi bilmiyorum!” derken akıttığı gözyaşlarını unutamadım…

Halep’te başlayan, Beyrut’ta devam eden, İstanbul’da noktalanan bir yaşam öyküsünü anlattığım Celile adlı romanımı yazarken sık sık gittiğim Lübnan ve Suriye’de, belli aralıklarla kaldığım Şam, Halep, Hama, Humus, Beyrut ve Byblos’ta; Ortadoğu’nun en büyük komedyeni olarak bilinen, annesi Lübnanlı ünlü komedyen Duraid Lahham’ın kulağıma çok sık çalınan; “Neden imkânınız varken ülkeyi terk etmediniz?” sorusuna verdiği;

“Anneniz hasta olsa gidip hemen başka anne mi arar, yoksa başında durup iyileştirmeye mi çalışırsınız? Vatan anne gibidir. Yoksul ise varlığıyız, yaşlı ise bastonuyuz, hasta ise ilacıyız, üşüyorsa elbisesi, yalınayaksa ayakkabısı oluruz. Siz hiç toprağından göç eden ağaç gördünüz mü? Ağacı topraktan ayırırsanız o ağaç kurur. Vatan topraktır, biz ise ağaç!” şeklinde verdiği cevabını unutamadım…