Akademik karnemiz…
17 Nisan Köy Enstitüleri, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı gibi olmazsa olmazımız özel günlerden sonra yine ve yeniden ülke gündemine dönelim....
17 Nisan Köy Enstitüleri, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı gibi olmazsa olmazımız özel günlerden sonra yine ve yeniden ülke gündemine dönelim. Baştan ve peşinen söylemeliyim! Konuyu uzatırsam bu köşe yetmez. Satırbaşları ve bazı önerilerle eklemek isterim ki! Bugünkü yazım gelecek zaman için, güne ve geçmiş zamana bakılarak yazıldı…
Önce sayıların diline bakalım, sonra yoruma geçeriz.
Ülkemizdeki akademisyenlerin 81 bin 661’i kadın olmasına rağmen 127 devlet üniversitesi içinde kadın rektör sayısı sadece sekiz! Bu oran olarak yüzde 45’e tekabül ediyor! Kadın profesör sayısı 10 bin olmasına rağmen, 81 bini aşkın kadın akademisyenden sadece 394’ü üniversite yönetimlerinde koltuk sahibi. Hal böyle iken gel de sorgulama, düşünme, yazma...
Üniversitelerde kadın yönetici oranı yüzde 4’ken, Kilis, Hakkâri, Bingöl gibi 8 üniversitede hiç kadın profesör yokken, iç açan haber Koç Üniversitesi’nden gelip 7 fakülteden 5’ine kadın dekan atanırken! Gel de paylaşma…
Babaları bakkal, pastaneci, fırıncı olan ODTÜ, Boğaziçi, Hacettepe’yi bitiren, ABD’de Harvard’da, California’da, Cleveland’da burslu yüksek lisans ve doktora yapan kadın dekanlar; “Eşitsizlik azalmalı. Yaraları bilim saracak. Kadın liderliği önemli! Bizler Atatürk Türkiye’sinde kadınların neler başarabileceğinin örnekleriyiz ve her şeyi Atatürk’e borçluyuz” şeklinde açıklamalar yaparken! Gel de alkışlama…
Ülkemiz şu anda 224 bin yabancı öğrenciye eğitim veriyorken! Bu arada ülkemizde beyin göçü lise seviyesine kadar inerek yüzde 70 artmışken. Bizi tercih eden 224 bin öğrenciden 3 bin 534’tü çeşitli kurumlardan burs alarak Tıp fakültelerinde okuyorken! Eğitim dünyamızdaki hasar raporuna özel bir örnek olarak “Türkiye’nin başkenti neresidir?” sorusunu bilemeyen tıp fakültesi öğrencisi varken! Yılda 300 bine yakın öğrenci akın akın ülkeden gidiyorken! Bizden gidenler ABD, İngiltere, Almanya’yı tercih edip, bizi tercih edenler Suriye, Irak, Türkmenistan, Afganistan, Somali, Yemen, Filistin, Pakistan, Nijeryalı öğrencilerken! Gel de bu tabloyu gözlerini iyice açarak yansıtma…
Gençler; “Hayal ettiğimiz ülke bu değildi!” derken! Onlara “Türkiye de bu değildi elbet” diyerek, talan merkezli bir ekonominin yol açtığı sorunlarla boğuşan emekçinin, açlıkla sınanan bir toplumun, öğün sayısını azaltan ve düşüren bir halkın, geleceği çalınan, ekmeğiyle oynanan ve hayalleri bitirilen gençlerin, tutacağı dalı kalmayan kadınların, geçmiş zaman nostaljisi ile yaşayan ihtiyarların çilesini gel de anlatma…
Cumhuriyetin başarısının canlı örneği, sesi soluğu olan öğretmenlerin elinde yetişen biri olarak! Bilimi ve bilimsel eğitimi üretim içinde veren eğitim kurumlarında okumuş biri olarak! Mayasına cumhuriyet öğretmenlerinin kattığı aydınlanma harcıyla yoğrulan biri olarak! Ülkemizde ve dünya kürsülerinde konuşacak kadar eğitim görmemi sağlayan cumhuriyetin köklü ve eşitlikçi eğitim devrimine, o şansı sağlayan büyük Atatürk’e çok şey borçlu olan biri olarak! Gel de o dönemi yazma, anlatma, paylaşma…
Ulusların gelişmişlik düzeyinde kültür ve sanatın yeri ve önemi unutulmaması gereken bir gerçekken! Eğitimin fark etme, fark edilme, kişiyi farklı boyutlara taşıma eylemi olduğu bilinen bir doğru iken! Gel de bu gerçeği unutanlara, yok sayanlara “neden” diye sorma…
Sanatı yok sayarsak! Sanat eğitimini gereksiz görürsek! Türkiye’yi Nazım Hikmet’ten, İngiltere’yi Shakespeare’den, Fransa’yı Moliere’den, Rusya’yı Çehov’dan, Almanya’yı Bertol Brecht’ten, Amerika’yı Arthur Miller’den öğrenmezsek, toplumları bilinçlendiren, aydınlatan bu sanatçıları tanımazsak, dünyayla ortak paydayı nasıl yakalar, ortak değerlerde ne ölçüde buluşabiliriz? Gel de bu soruya yanıt arama…
Gelelim sitem faslına…
Demem o ki! Hem mümkün değil, hem de kolay değil diye not düşerek bir ipucu verirsem! Atatürk’ün kültür ve sanat politikasından daha fazla uzaklaşmazsak, Cumhuriyetin fabrika ayarlarına acilen geri dönersek ucundan da olsa yitirdiklerimizi yakalayabiliriz diyebilirim…
Not: Bu yazımın içine bir kenarda durması için iki soru hazırladım. Önemli konularda telkinden çok tehdit dili hala geçerli mi? Taraf olmak, tavır koymak, tercihte bulunmak hala önemli mi? Yanıtı belli soruları sormama rağmen cevap alırsam ne güzel olur.
Özetin özeti! Bu yazım bir soru mu, bir sorunun dışı vurumu mu, bir dilek mi, bir hatırlatma duyurusu mu bilemedim. Bildiğim boşuna bir ümit ama! Umut fakirin ekmeği demişler…