Gündeme ve güncele dair gidişata bakınca vahamet diz boyu!
İlişkilerle incinir, ilişkilerde iyileşiriz ya! Karanlığın üstümüze doğru dörtnala geldiği dönemlerde bir çıkış kapısı bulmaya çalışırız ya! Ne vakit dara...
İlişkilerle incinir, ilişkilerde iyileşiriz ya! Karanlığın üstümüze doğru dörtnala geldiği dönemlerde bir çıkış kapısı bulmaya çalışırız ya! Ne vakit dara düşsek bir şeylere sarılırız ya! Bu bir şeyler genelde sanatın, özelde yazarların ve kitapların saran, kavrayan kucaklayan kolları olur ya! İşte tam da öyle bir şey içimden geçenler…
Ne diyor Özdemir Asaf; “Bütün renkler hızla kirleniyordu. Birinciliği beyaza verdiler!” Siyasetin geldiği yere, toplumsal sorunlara, ekonomideki dar boğaza, ortamın genel havasına, seçim kozu olarak ortaya sürülenlere, kamusal reflekslere, ilişkilere, çelişkilere hele de siyasilerin seviyeli diline bakınca usta bugün yaşasaydı birinciliği kime verirdi dersiniz? Bu sorunun yanıtını kendimize değil, neden olanlara sormak gerekiyor ya! Nasılsa yanıt vermezler deyip geçelim…
Bilgileri, onayları, olurları olmadan kuş uçmayan bu ülkede; Başta kadınlar olmak üzere hakkını arayan, mücadele eden, başarılı olan hiç kimseye tahammülleri yoksa! Dayatılan her şeye; “Siz nasıl uygun görürseniz, nasıl tensip buyurursanız, baş üstüne, olur!” dememiz mi bekleniyor? O halde sorulara geçerek konuyu açalım!
Soru! Her yeni güne bol zam haberiyle uyandığımız, yıllık enflasyon oranıyla Avrupa’da birinci, dünyada altıncı sırada yer aldığımız, uzun süredir “Buna ne diyecekler?” sorusunun hep havada asılı kaldığı, soruların yanıtsız bırakılıp, sorunların umursanmadığı günümüzde milletçe sabır depolamaya devam mı edelim?
Can alıcı soru! Refik Durbaş’tan esinlenerek “insaf nereye düşer usta!” diye kendi kendimize sorup, yanıt mı arayalım?
Göz açan soru! İç dünyamızı sakladığımız kara kutuyu açarak, bir sorgu odasına dönen iç sesimizle hayatın muhakemesini yaparak kendimizi yargılamak yerine geçte olsa neden olanları mı suçlayalım?
Gündemdeki bir başka soru! Yüksek tepelerden had bildirmeye yönelik sallanan parmak, çekilen ayar, sertleşen dile bakarak! Derin ahlar çekmeyi mi sürdürelim?
Bilemedim. Bildiğim o ki; Bunca sorun arasında şükürler olsun ki! Ele aldıkları her konuda, yazdıkları her yazıda memleketin çıkan çivilerini düşündüren, sorgulayan, sorular sorduran, bazen kendi metni içinde yanıtlayan, emek kokan yazılarıyla bizlere ufuk açan, umudumuzu artıran, yarınlarımızı aydınlatan, firesiz ve ödünsüz yazarlarımız var…
Yine ne mutlu bize ki! Sözün bittiği, yazının donduğu anlarda yaşamı zenginleştiren, hayatı çekilebilir kılan, hayallerimize, hasretlerimize, özlemlerimize, sevgilerimize, dünümüze, geleceğimize özgü dilek ve tahminlerimizin altını hepimiz adına çizen samimi ve sahici duruşlarıyla, sinmeyen susmayan yürekleriyle, eğilmeyen, bükülmeyen, durmayan kalemlerimiz var…
Bu sorulardan sonra şu notu düşeyim! Türkiye’yi Nazım Hikmet’ten, İngiltere’yi Shakespeare’den, Fransa’yı Moliere’den, Rusya’yı Çehov’dan, Almanya’yı Bertol Brecht’ten, Amerika’yı Arthur Miller’den öğrenmezsek, toplumları bilinçlendiren, aydınlatan bu sanatçıları tanımazsak, dünyayla ortak paydayı nasıl yakalar, ortak değerlerde ne ölçüde buluşabiliriz?
Anma notu: 3 Haziran 1963 günü aramızdan ayrılan Büyük Şair Nazım Hikmet’i yazı günüm olmadığı için gecikmeli anıyor ve Orhan Karaveli’den bir alıntıyla o yüce yüreği selamlıyorum! Yüce şair bir toplantıda şöyle der; “Herkes bilsin ki, ben bir gram Türk toprağı için vücudumdaki yirmi kilo kanı dökmeye hazırım!”
Eserlerini sarsılmaz bir memleket tutkusuyla kaleme alan, aşkını, kavgasını, tutkusunu dizelere döken, uğrunda mücadele ettiği memleketinin hasretiyle sürgünde hayatını kaybeden ve 59 yıldır adını dünyaya, şiirlerini yüreğimize, yazdıklarını edebiyatımıza, duruşunu hayatımıza, yapıtlarını da evrene kazıyarak giden büyük ustaya selam olsun…